Bundan 20-30 yıl sonra gelecek nesiller bugünlere dönüp baktıklarında Türkiye’nin heba edilen imkanları, kaybedilen zamanı ve boşa harcanan enerjisi için hayıflanacaklardır. Çünkü öylesine bir “siyasi buhran” yaşıyoruz ki iktidarımızı tahkim yolunda kendimizi hiçbir ahlaki ilkeyle bağlı saymıyoruz, bu yüzden nesillerimizi feda ediyoruz, başkalarının vicdanları yaralanırken bizim vicdanımız hep sapasağlam kalıyor...
Bu cümlelerin fazlaca umutsuzluk ifade ettiğinin farkındayım, ama son günlerde gençlere, kadınlara, kısacası insanlara karşı yapılan nezaketsizlikleri görüp de umutsuzluğa kapılmamak, kahrolmamak mümkün mü...
Siyasette, toplumda giderek derinleşen ahlaki çürümenin hepimizi tehdit eder hale gelmesi karşısında insanın çığlık çığlığa “Nasıl bir ülke burası Allah aşkına” diyerek isyan edesi geliyor, ama bu çözüm değil, önce kendimizden başlayarak tek tek her birimiz insan olmanın erdemini keşfedemezsek, yarın hepimiz için çok geç olabilir...
Çünkü alnı secdeden kalmayan insanların bile hayatından ahlak adeta buharlaşarak uçup gittiği için kendinden olmayanlara had bildirmek, dindarlık ve vatanseverlik kriteri haline gelmiş bulunuyor.
Müslüman duyarlığından ve dinin ihsan ahlakından uzaklaştığımız için “bizden olmayanlar” diye ötekileştirdiğimiz insanları ‘ajan’, ‘hain’, hatta ‘gavur’ olarak aşağılamakta bir beis görmüyoruz. Bu öylesine yürek yakıcı bir durum ki hiçbir hukuksal normla izahı yapılamayacak bir şekilde 1196 gündür tutuklu bulunan iş insanı Osman Kavala’nın eşi ve değerli romancımız Tarık Buğra’nın kızı değerli bilim insanı Ayşe Buğra için “Soros’un adeta temsilcisi olan kişinin karısı...” ifadesini kullanmaktan hicap duymuyoruz.
Talihsizliğe bakın ki yıllarca 28 Şubat’ın tehdit diline karşı mücadele verenlerin iktidarında İçişleri Bakan Yardımcısı zat “Kimse devletin gücünü sınamasın” diyerek, 28 Şubat’ı bile aratacak bir üslupla Boğaziçi Üniversitesi’nde “kayyım” rektörü protesto eden öğrencileri tehdit edebiliyor. Kuşkusuz bu bakan yardımcısı sadece sözle tehdit etmekle kalmıyor, Anayasa’nın 34. Maddesindeki “Herkes, önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir” açık hükmüne rağmen, şarkılarla, türkülerle, protesto gösterisi yapan gençlere devletin coplu, kelepçeli, tomalı, nezarethaneli gücünü kullanmaktan da çekinmiyor.
Hukukun üstünlüğü, özgürlük ve şeffaflık vaadiyle yola çıkan partinin savruluş hikayesi bir ibret vesikası niteliği taşımaktadır. Şimdi geldiğimiz noktadan geriye dönüp baktığımda, özellikle 28 Şubat’ın o baskı günlerinde özgürlüklerle ilgili yazdığım yazıları hüzünle seyrediyorum.
Mesela o günlerdeki başörtüsü yasağı yüzünden okuyamayan ve öğrenimini Viyana’da tamamlayan bir kızımız vardı, adı Leyla Şahin... Bugün AK Parti milletvekili ve genel başkan yardımcısı. O dönemin simgesi olmuştu, işte şimdi aynı Leyla Şahin Usta halen Türkiye’de yaşanan hukuksuzları, özgürlüklerin kısıtlanmasını ve insan hakları ihlallerini aslanlar gibi savunan bir simge haline gelmiş bulunuyor. İşte o Leyla Şahin 2019 yılında aynen şöyle diyordu: “Bunların hiçbiri doğru değil. Türkiye insan hakları noktasında pek çok Avrupa ülkesinin ve ABD ve kendisini özgürlük ve insan hakları noktasında ileri olarak niteleyen pek çok ülkenin standartlarının üzerindedir şu an. Türkiye’de insan hakları ihlali olduğunu söylemek artık abesle iştigaldir.”
Nereden bilebilirdik ki mağduriyetlerin en güçlü savunucusu olan AK Parti, gün gelecek icraatlarını eleştiren, hak arayan insanları, demokratik hakları için gösteri yapan öğrencileri 28 Şubat’ı bile aratacak bir dille tehdit edecek...
Ama kabul etmek gerekiyor ki “devlet gücü”yle özdeşleşen siyasal güç merkezleri, kendileri dışındaki herkesin bir anlamda potansiyel tehdit olduğunu varsayarak ancak iktidarlarını sürdürebilirler. Dolayısıyla devletin kutsallaştırıldığı böylesine bir zihniyet dünyasında, vicdan, merhamet ve hakkaniyet gibi kavramların bir iktidar zaafı olarak görülmesi kaçınılmazdır. Galiba bu gidişle “Six Day War” şarkısında olduğu gibi, “yarın asla geç olmadan gelmeyecek...”