Genellikle siyasal iktidarlar ciddi mali sıkıntıların yaşandığı dönemlerde ekonominin iyi yolda olduğunu ve geleceğe emin adımlarla ilerlediklerini söyleyerek pembe hayaller kurmayı severler.
AK Parti iktidarı da bu geleneği aynen sürdürüyor, ama bu kez pembe hayal popülizmi biraz abartılmış durumda. Ekonominin Covid-19 salgını öncesinde ciddi bir krize girdiği, salgınla birlikte adeta koma hali yaşadığı artık herkesin malumu.
Şu bir gerçek ki sadece Türkiye değil, hemen bütün ülke ekonomileri korona krizi dolayısıyla sarsıntı yaşıyorlar. Bu yüzden de FED 20 Mart’ta Avrupa, İngiltere, Japonya, İsviçre ve Kanada merkez bankalarına swap imkanı sağladı. Daha sonra Avustralya, Yeni Zelanda, Singapur, Danimarka, Norveç, İsveç, Güney Kore, Meksika ve Brezilya merkez bankaları FED’le swap anlaşmaları imzaladılar.
Doğal olarak Türkiye de bu korona krizi sürecinde finansal bir rahatlama sağlamak için swap anlaşması yapma ihtiyacı hissetti. Ancak Türkiye bu adı geçen ülkeler kadar şanslı değil. Şu ana kadar henüz FED’le bir swap anlaşması yapabilmiş durumda değiliz. Dolayısıyla bize kala kala Katar kaldı. Bir de geçtiğimiz hastane açılışı için İstanbul’a gelen Japonya başbakanı Türkiye’ye kredi açabileceklerini söyledi o kadar... Bir umut belki Çin...
Geçtiğimiz hafta Mustafa Karaalioğlu köşesinde Gelecek Partisi’nin ekonomi ekibinden İbrahim Turhan’ın gazetepencere.com’daki swapla ilgili yazısını soru-cevap şeklinde özetleyerek vermişti. İbrahim Turhan o yazısında diyordu ki: FED swap imkânı sağlayacağı merkez bankalarını iki temel ölçüte göre belirliyor.
Birincisi; ilgili ülkenin küresel finans sistemi açısından sistemik öneme sahip olması veya ABD ile yoğun ticarî ve finansal ilişkilerinin olması gerekiyor. İkincisi ise muhatap ülkenin ekonomisinin normal şartlarda sağlıklı olması, merkez bankasının bağımsız olması, swapla verilen paranın sadece geçici likidite sıkışıklığını çözmek için kullanılması.
Maalesef Türkiye’nin iki şartı da sağlayabildiği söylenemez. Türkiye finansal varlıklarının Gelişen Piyasa Ekonomileri sepetindeki ağırlığı bile yüzde yarım civarına düştü. Yurt dışı TL piyasası çalışmaz halde. Devlet tahvillerindeki yabancı sahipliği oranı yüzde 30’lardan yüzde 6’ya düştü. ABD ile dış ticaretimizin hacmi ise 20 milyar dolar seviyesinde, ABD ticaret hacminin binde 4’ü bile değil. Öte yandan son on beş aylık dönemde kura müdahale uğruna milyarlarca dolar rezervi şeffaf olmayan, dolaylı yollarla harcamış, üstelik bunda başarılı da olamamış, net rezervlerinin düzeyi uluslararası basında sürekli konu edilen bir merkez bankası FED’den yeşil ışık alamaz.”
Hal böyleyken, finansal kaynak sıkıntısı yaşayan Türkiye’nin “Dünya bize düşman, ekonomimizi çökertmek istiyorlar, ama biz bize yeteriz” sloganıyla çağ atlama hayalleri kurmasını nasıl değerlendirmek gerekiyor doğrusu bilemedim. Elbette biz bize yeteriz, ama bir de paramız olsa...
Maalesef geldiğimiz nokta hiç iç açıcı değil, bir taraftan Merkez Bankası gibi bağımsız kurumların güvenilirliğini yok ederek, bir taraftan da “Dış güçler”, “Haçlı ittifakı” söylemleriyle milli duyguları köpürterek Türkiye’nin kapılarını dünyaya kapatmayı başardık. Ve bu yüzden de dün meydan okuduğumuz ülkelerin kapılarından elimiz boş dönüyoruz.
DEVA Partisi lideri Ali Babacan KARARtv’deki röportajında bu konuyu çok somut bir örnekle şöyle anlatmıştı: “İki yüz ailenin oturduğu sitede 199 dairenin düşman olduğu bir ailenin psikolojisini bir düşünün. 200 ülkelik bir dünyada yalnızlaşan, herkesi düşman ilan eden, ihtiyacı olduğunda destek bulamayan bir ülke haline geldik. Bu ülkeye yazıktır. Türkiye’nin sermayesini erittiler. Yedek akçe bile bitti. Geçen yıl biriken yedek akçeyi bile ocak ayında aldılar kullandılar. Dünyada sermaye çok. Vatandaşlarımızın da dünyada sermayesi çok. Yastık altında sermaye var. Ama bunları ekonomiye kazandırmak için önce ‘güven’ ortamı lazım.”
Maalesef özgürlüklerin sınırlandığı, bilimin, liyakatin bir değer ifade etmediği, özgür dünya ile ilişkilerin zayıfladığı yalnız ama fakir bir ülkeyiz. Bu durumdan bile mutlu olanlar için sözün bittiği yerdeyiz...