15 Temmuz’da yaşadığımız darbe girişimini gerçekleştiren eli silahlı sapıkların sosyolojik arka planına ya da din adı altında zihinlerine yerleştirilen Haşhaşi duyguları analiz ettiğimizde aslında hepimizi ürküten bir tablo ile karşı karşıya olduğumu görüyoruz.
Zira her birinin adının önünde general, hakim, savcı, avukat, profesör, öğretmen, doktor gibi unvanlar olmasına rağmen hemen hepsini bu sapkınlığa sevk eden temel motivasyonun bir kasaba vaizinin ürettiği zırvalardan ibaret olduğunu görürüz.
İşin en dramatik tarafı da, hemen hepsinin bu kifayetsiz ve hasta ruhlu adam tarafından din adına hayatlarını feda edebilecek bir zavallılığa itilmiş olmalarıdır.
İlk bakışta ”Bu tür sapkınlıklar zaman zaman her toplumda görülebilir” gibi bir yanılgıya düşmemek için olayın vahametini bir kez daha vurgulamakta yarar var. Unutmayalım, kifayetsiz kasaba vaizi tarafından beyinleri uyuşturulan bu serseriler yıllarca insanların yatak odalarını din adına dikizlediler, hayatları söndüren şantaj kasetlerini din adına hazırladılar ve 15 Temmuz gecesi insanları din adına öldürdüler, tankları insanların üzerine din adına sürdüler.
Kabul etmek gerekiyor ki yaşadığımız bu felaketin müsebbibi olan bu insanlar başka bir gezegenden gelmediler. Bu ülkenin eğitim sistemi içinde yetiştiler, din anlayışından beslendiler ve bu toprakların sosyolojik kültürüyle büyüdüler.
Yakın bir zamana kadar bu ülkedeki siyasetçilerden işadamlarına ve sokaktaki insanlara kadar önemli bir kesim bu Fetullah denen şaklabanın kurduğu yapılara ciddi yardımlarda bulundular. Yani bir kasaba vaizi olan bu meczup hepimizin gözü önünde ve zımnen hepimizin onayı ile dini pazarlayarak sapkın bir fedailer ordusu yetiştirdi.
Kendi varlığını çok mümtaz gören, hatta şakirtlerini kendisinin yakaza halinde Peygamber ile konuştuğuna inandıran bu adamın ne yaptığını daha iyi anlayabilmek için KARAR yazarı ilahiyatçı Prof. Dr. Mustafa Öztürk’ün FETÖ ana davasına ilişkin bilirkişi olarak hazırladığı çalışmadaki şu ifadeleri dikkatle okumakta yarar var: “Hareket bünyesinde Gülen’in sözleri ve fiillerini değil eleştirmek, istifam konusu yapmak bile şakirdin büyük günah sahibi (mürtekib-i kebîre) gibi algılanmasına yol açabilir…
Her ne kadar Gülen’in dilinden din, iman, Allah, kitap gibi kelimeler ve kavramlar hiç düşmese de nihai hedefinin insanları dinî-ahlâkî bilinçlendirmekten çok daha fazla ve sofistike bir şey olduğu, devlet içinde devlet tesis etmeye matuf bulunduğu bellidir. Bu hedefe giden yolda mistik ve melankolik karakterli dinî söylemin işlevi ‘afyon’ denilen uyuşturucudan pek farklı değildir…”
Maalesef 15 Temmuz gecesi hepimizi bir felaketin içine çekmek üzere harekete geçen belanın arzettiği manzara bu... Elbette 15 Temmuz’da sokağa taşan Haşhaşi tehlikeyi devlet kriminal anlamda temizleyecek ve bir sonuca ulaşacaktır.
Ancak bu saatten sonra mevcut eğitim anlayışını temelden sorgulamadan, din anlayışını yeniden gözden geçirmeden bu beladan kurtulmanın bir yolu yok.
Zira somut olarak bu tehlikeyi bertaraf etsek bile halen toplum içinde farklı tonlarda var olan dini görünümlü yapıların başka bir tehlike üretmeyeceğinden emin olamayız. Biliyoruz ki bu ülkede ‘kabir azabından koruyan kefen’ üretmeye varan ve de sahih olmayan sağlıksız bir din anlayışı var.
Bu noktada geçtiğimiz günlerde Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından düzenlenen Din Şurası’nın çalışmalarını son derece önemli bulduğumu belirtmek istiyorum. Başkan Prof. Mehmet Görmez’in bildirisindeki şu ifadeler dikkat çekici: “Diyanet ve İlahiyat Camiasının FETÖ ve benzer yapıların dini istismar faaliyetlerini irdeleyen ilmi çalışmalar yapması aciliyet kesbetmektedir.” Felaketin hepimize öğrettiği bir gerçek var ki, hiç zaman kaybetmeden sahih bir İslam anlayışını zihinlere nakşedecek bir eğitim sistemini hayata geçirmek ve bu konuda akademik çalışmalar yapmak zaruret haline gelmiştir.