Demokratik sistemlerin en kırılgan tarafı, halkın oylarıyla iktidara gelen yönetimlerin belli bir süre sonra sandıkla gelen başarıları kutsallaştırmalarıdır. Çünkü bu kutsallaştırma, yönetim erkini giderek “sandık her şeydir” anlayışına götürmekte ve esas tehlike de o noktadan itibaren başlamaktadır.
Elbette sandık önemlidir, ama bu siyasal iktidarların sorgulanamaz, denetlenemez olduğu anlamına gelmemektedir. Eğer bir demokraside kuvvetler ayrılığı ve denge-denetleme prensipleri işlemez hale gelmişse, o toplumda demokrasinin sağlıklı işlemesi mümkün değildir. Zira bu tür toplumlarda siyasal iktidarlar “millet iradesi”nin, yani sandığın kutsallığı arkasına saklanarak kendilerini hiçbir yasal ve anayasal sınıra uymakla yükümlü görmezler.
İşte “millet iradesi”ni sınırsız bir güç kaynağı olarak gören iktidarların düşüş süreci de tam bu noktada başlamaktadır. Çünkü onlar artık layüseldirler, ülkeyi canları nasıl isterse öyle yönetme anlayışındadırlar ve kendi iktidarları açısından bile en tehlikelisi, “ben yaptım oldu” siyasetidir.
Meseleye Türkiye özelinden baktığımızda, AK Parti iktidarının bugün itibariyle geldiği nokta çok ibret verici bir örnek oluşturmaktadır. AK Parti kuruluş ilkeleriyle, siyaset etme anlayışıyla Türk siyasetinde müstesna bir örnek oluşturmuştu. Bugünden geriye dönüp baktığımızda, hukukun üstünlüğünü vazgeçilmez bir ilke olarak ortaya koyduğunu, özgürlükçü politikaları en üstte tuttuğunu, ‘ortak akıl’ siyasetiyle ülkedeki bütün farklı sesleri dikkate alarak 70 milyonu kucaklamayı hedeflediğini görürüz. Herkesin bildiği bir gerçek var ki AK Parti ilk iki döneminde gerçekleştirdiği bütün icraatlarında bütün toplum kesimlerinin hassasiyetlerini dikkate almış ve asla millete rağmen bir adım atmamıştır. Ve daha da önemlisi, asla popülist uygulamalara itibar etmemiştir.
Hangi gerekçelerin ve de bahanelerin arkasına sığınılırsa sığınılsın, bugün gelinen nokta AK Parti’nin vadettiği Türkiye hayaliyle de, kuruluş ilkeleriyle de örtüşen bir durum değildir. Zira artık AK Parti ‘hukukun üstünlüğü’ konusunda aynı hassasiyet içinde değil, özgürlükleri başka türlü tarif ediyor ve en önemlisi de icraatları konusunda toplumun hassasiyetleri doğrultusunda değil, “ben yaptım oldu” anlayışıyla hareket ediyor. Mesela bildiğimiz AK Parti, Kanal İstanbul gibi büyük bir proje konusunda tüm toplum kesimlerini dinler, her türlü eleştiriyi, itirazı dikkate alır, artılarını ve eksilerini tüm yönleriyle ortaya koyarak halkı ikna etmeye çalışırdı.
Oysa bugünkü AK Parti artık güç bende anlayışıyla “İsteseniz de istemeseniz de Kanal İstanbul yapılacaktır” diyerek kendi genlerine de yabancı bir politik söylemle hareket ediyor. Son dönemde yaşanan tecrübeler göstermiştir ki, toplumla inatlaşma politikalarının sonunda kazanan hiç olmamıştır. Çünkü insanların yüreğine dokunmadan yürütülen siyaset etme anlayışları, ne yazık ki toplumdaki kutuplaşmayı derinleştirmekten başka bir işe yaramamaktadır. Ayrıca, nihai olarak kutuplaşma siyasetinin iktidar sahiplerini de mutlu etmesi mümkün değildir. Nitekim AK Parti “ben ne istersem o olur” duygusuyla tekrarlattığı 23 Haziran İstanbul seçiminden zaferle değil, hezimetle çıkmıştır.
Özellikle siyasetçilerin görmesi gereken bir gerçek var ki, artık “ben yaptım oldu” siyasetinin müşterisi azalmıştır. Bilelim ki millet, sadece gerilim ve kutuplaşma üreten bu siyasetten yorgun düşmüş durumdadır ve sadece huzur istemektedir. Şuna yürekten inanıyorum ki, AK Parti bizzat teşkilatlarının ve kendisine gönül veren insanların samimi kanaatlerini gerçekten öğrenebilse yarın çok daha farklı bir Türkiye’ye uyanacağımızdan eminim.