Evet, Avrupa demokrasilerindeki siyasi elitlerin ‘soykırım’ şakşakçılığı yapmaları, kelimenin anlamıyla demokratik değerlere, insan haklarına ve uluslararası hukuka açık bir ihanettir. Ama unutmayalım ki demokrasi, kimsenin tapulu malı değildir, Netanyahu’nun Apartheid rejimi karşısında ağızlarının suyu akan siyaset züppelerinin ise hiç değil…
İnsanoğlu yüzyıllar içinde nice zalim tiranların, kralların, sultanların, padişahların, despotların iki dudağı arasından çıkan bir sözle yönetilen yönetim modellerini tecrübe etmiş ve sonunda daha az arızası bulunan demokrasi ortak paydasında buluşmayı başarmıştır.
Her ne kadar bugün Amerika dahil neredeyse bütün Avrupa ülkeleri, çağımızın Hitler’i Netanyahu’nun Gazze’deki katliamlarını masum göstermek için adeta birbirleriyle yarış halinde olsalar da aynı zaman demokrasinin tekamül ederek bugünlere gelmesinde de büyük katkıları olmuştur.
Ama unutmamak gerekiyor ki yıllarca demokrasinin kökleşip güçlenmesinde büyük emek sahibi olmaları, Batı dünyasına demokrasiye ihanet hakkı vermez.
Çünkü demokrasi, yüzyıllarca süren bir mücadelenin sonucunda olgunlaşmış ve bugünlere gelmiştir. Kendisi de bir Yahudi olan ünlü filozof Spinoza, barbarlığın ‘özgür düşünce’ye savaş açtığı 1600’lü yılların karanlık ortamında, demokrasinin mümkün olabilecek en iyi rejim olduğunu ifade etmiştir.
Kendi Yahudi cemaati tarafından aforoz edilen, dönemin Katolik yobazlarınca ‘düşman’ ilan edilen Spinoza’nın demokrasi ile ilgili şu ifadeleri bugün bile henüz aşılabilmiş değildir: “Onu diğer rejimlere tercih etmem, bunun sebebi onun en doğal ve bireylerin doğal özgürlüğüne saygı göstermeye en elverişli rejim olarak görünmesidir. Nitekim demokraside hiç kimse doğal hakkını (o andan itibaren kendisine danışmayacak olan) bir başka bireye devretmez. Onu, parçası olduğu toplumun bütününe devreder; böylelikle, bir zamanlar doğal halde olduğu gibi, bireylerin hepsi birbirine eşit olmayı sürdürür. Görünenin aksine bireylerin eşitlik ve özgürlük özlemlerinin sonsuza dek bastırılması imkansız olduğu için de en güçlü ve en kalıcı rejim monarşi değil, demokrasidir.” (Frederic Lenoir, Spinoza Mucizesi, s.56)
Biliyoruz ki sadece Spinoza değil, pek çok filozof, düşünür ve sanatçı tarihin en zor dönemlerinde bile aklı ve özgür iradeyi savunmuş, bu yolda ağır bedeller ödemişlerdir.
Hal böyleyken, bugün 21. Yüzyılda Hitler’e özenen bir katilin peşine takılarak ‘demokratik değerler’e ihanet eden Batı’nın basiretsiz siyasi elitlerine demokrasiyi bırakacak değiliz herhalde…
Aslında içinde bulunduğumuz insanlığı utandıran günler de geçecek ve bugün demokrasiyi yalnız bırakan Batılı siyasi aktörler, bu günahları için belki de pişman olacaklar ama o gün çok geç olacak…
Esas vahim olan geçmişte faşist liderin çılgınlığı yüzünden büyük acılar yaşayan Batı dünyasının, yıllardır tiranlara, despotlara, faşist liderlere karşı insanlığın tek tutunacak dalı olan demokrasiyi çağımızın en azılı despotuna feda etmeleridir. Şimdi hangi Batılı siyasi lider, şu saatten sonra çıkıp “Faşizm ve totalitarizim bir hastalıktır, insanların en temel haklarını, güvenliğini, hukukunu koruyacak olan yegane sistem demokrasidir” diye nasıl savunacak doğrusu çok merak ediyorum.
Bu konuda en somut örnek Türkiye’dir… Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana, demokrasi kalitesi yüksek bir ‘hukuk devleti’ inşa edemediği için, bugün ne yazık ki uluslararası alanda beklediği saygınlığa bir türlü ulaşamıyor.
Aslında AK Parti iktidarı 2002 yılında ekonomide, hukukta, özgürlüklerde iyi başlamıştı ama kötü bitirdi. Eğer AK Parti ekonomide bu kadar muhtaç hale düşmeseydi, kendi iktidarı döneminde gerçekleştirdiği hukuk reformlarını bile yerle bir etmeseydi, bugün Türkiye’nin demokratik anlamda yıldızı parlayan bir ülke olması işten bile değildi… Ama ne yazık ki AK parti, bugüne kadar hiçbir iktidarın sahip olmadığı çok büyük imkanları heba etti. Dolayısıyla şimdi kendi derdine çare üretemeyen bir Türkiye’nin Filistin’e de bir faydası dokunmuyor. Mitingler yapıp kendimizi tatmin ediyoruz o kadar…