Modernleşme hikayemiz esas itibariyle taklitçi bir zihniyet yapısına dayandığı için, Batılılaşma da kendine has kıymetlerin yerine Batılı hayat tarzını ikame etmek biçiminde anlaşılmıştır. Bu anlayışın sonucu olarak özellikle Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında biraz da dayatmacı bir üslupla ithal edilen Batılı hayat biçimleri sanki Batılılaşmanın asli unsuruymuş gibi algılanmıştır.
Aslında Batılılaşma, hatta demokrasi karşıtı sert tartışmaların temelinde de sırf bize ait olduğu için bazı değerlerin tümden reddedilmesi anlayışı bulunmaktadır.
İlk yıllarda bir bakıma “zoraki modernleşme” biçiminde sürdürülen Batılılaşma yürüyüşü şekilsel anlamda belli bir mesafe kazanmış, fesler çıkarılıp şapkalar giyilmiş, çarşaftan kravata kadar ahalinin görüntüsü değiştirilerek daha Avrupai bir fotoğraf karesi oluşturulmaya çalışılmıştır.
Eğer batılılaşma meselesine “yeter ki fotoğrafımız yakışıklı olsun” anlayışıyla bakarsak; evet geldiğimiz yer itibariyle de epey Batılılaştığımızı düşünebiliriz. Görüntü açısından Avrupalılardan daha fiyakalı olduğumuz bile söylenebilir.
Ama kabul etmek gerekiyor ki, bizim bugün itibariyle geldiğimiz noktanın gerçek manada Batılılaşma ile de, kalite standardı yüksek bir demokrasi ile de uzaktan yakından alakası bulunmamaktadır. Bizim yaptığımız bal kavanozunun şişesini dışından yalamaktan ibarettir.
Türkiye’de deneysel psikoloji çalışmalarını başlatmış olan değerli bilim insanımız Prof. Dr. Mümtaz Turhan kendi ifadesiyle “Garplılaşma” meselesini üç bakış açısına dayandırır. Birincisi terbiye açısından, ikincisi fikir hürriyeti açısından, üçüncüsü de halk açısındandır. Mümtaz Turhan’ın Batı medeniyetinin temel taşları olarak gördüğü üç ana unsurdan en önemlisi ise hürriyettir. O, hür bir insanın ancak demokratik bir sistem içinde var olabileceğine işaret eder. Çünkü demokrasi, her şeyden önce bireye her türlü baskı, korkudan uzak, maddi ve manevi kabiliyetlerini güvenlik ve özgürlük içinde, serbestçe geliştirebileceği toplumsal bir ortam temin etmektedir.
Mümtaz Turhan’ın, Batı medeniyetinin temel unsurları konusunda yıllar önce söyledikleri bugün bile hala önemini korumaktadır: “Garp medeniyetinin esas unsurları ilim, ameli hayata tatbikinden ibaret olan teknik, insan haklarını teminat altına alan hukuk ve hürriyettir. Hakiki Garplılık ise bunların prensiplerine bağlılıktır.
Bu suretle garplılaşma yolunda başvuracağımız herhangi bir tedbir, yukarıda tespit ettiğimiz temel unsurlarla (ilim, ilim zihniyeti, teknik, hukuk ve hürriyetle) bunlara ait müesseseleri kuvvetlendirdiği, inkişaf ettirdiği nispette ancak bir mana ifade edebilecek bir kıymet taşıyabilecektir.” (Garplılaşmanın Neresindeyiz?, s.46, 51)
Bu perspektiften baktığımızda, bugün bile hala Batılılaşma ve demokrasi konusundaki tartışmalarımızın, hatta itirazlarımızın aslında bir zihniyet paradigmasından çok, kulaktan kulağa üfürülen demokrasi karşıtı hurafelerden kaynaklandığını görmek gerçekten ibret verici bir durum.
Gerek Batılılaşma ve demokrasi karşıtlarının, gerekse taklitçi Batı hayranlarının aslında ortak bir ‘fason zihniyet’ yapısında buluştuklarını, bu yüzden de insan hakları temelinde hukukun üstünlüğüne dayalı, yaşanılabilir bir dünya ve sistem kurmak gibi bir problemlerinin asla olmadığını görmek gerekiyor. Çünkü bu konuda her iki tarafın ortaya koyduğu argümanların önemli bir bölümü, bilimsel bir zihniyet değişimi ile ilgili değil, dışarıya verilen fotoğrafın fiyakasıyla ilgilidir.
İşte tam da bu zihniyet yüzünden, özellikle AB sürecinin de motivasyonuyla demokratikleşmede bunca alınan mesafeye rağmen, maalesef temelde bir zihniyet değişimini gerçekleştiremediğimiz için yolun bir yerinde “AB kriterleri olmazsa, Ankara kriterleri ile yola devam ederiz” diyerek demokrasinin kenarından dolaşmayı bir demokrasi kriteri gibi sunabilmekteyiz. Böyle zamanlarda zihnimde “acaba demokrasi kültürü ile akraba olmamıza genlerimizde bir mani mi var?” benzeri sorular doğuyor, ama anında itiraz ediyorum, çünkü bunu aklımıza ve irademize haksızlık olarak görüyorum.