Suriye krizinin başladığı ilk günden bu yana Türkiye’nin dış politika yaklaşımı konusunda sayısız analiz, hatta zaman zaman sert eleştiriler yapıldı. Bu eleştirilerde önemli ölçüde haklılık payı olmakla birlikte, Türkiye’nin esas itibariyle işin başında doğru bir istikamette olduğunun da altını çizmek gerekiyor. Hatırlayalım, Ankara o günlerde ikili ilişkilerin gücüne dayanarak Esad’ı makul bir geçişe ikna etmek için adeta çırpındı. Ancak Esad’ı katliam çılgınlığından döndürmek mümkün olmadı. Doğal olarak Türkiye’nin bu katliamlar karşısında insani olarak bir tavır alması gerekiyordu ve öyle yaptı.
Hafızalarımızı tazelediğimizde görürüz ki, Ankara o günlerde bu ikna tavrı yüzünden hem içeriden hem de Batılı dostları tarafından ‘eksen kayması’ ithamlarına maruz kalmıştı.
Arşivler yalan söylemez, 2011 yılında başta Amerika ve Avrupa ülkeleri olmak üzere Esad’a karşı ateşli bir uluslararası ittifak söz konusuydu. Öyle ki başta Obama olmak üzere bütün Batılı müttefiklerimiz Türkiye’yi Şam rejimini yıkmak için Suriye’nin üzerine sürmeye can atıyorlardı.
***
Elbette Türkiye kendisini bu vekalet savaşının içine sokmak isteyenlere kanıp Suriye’de doğrudan ateşe dalmak gibi gibi bir çılgınlığın içine girmeyecekti, girmedi de. Nitekim zaten Avrupa ülkeleri ve Amerika birer birer ortadan kayboldular ve Suriye halkını katilin insafına terk ettiler. Türkiye aslında işin başında doğru yerde duruyordu, zira bölgesel realite açısından bakıldığında Suriye krizi konusunda İran ve Rusya’yı denklem dışı bırakan hiçbir adımın reel karşılığı olamazdı. Ayrıca vekalet savaşlarının bir parçası olarak Suriye’ye girmek, bu coğrafyanın hafızasında yüzyıllarca sürecek bir düşmanlık ateşini yakabilirdi. Elbette Türkiye bu oyuna gelmedi, ancak haklı olarak Esad rejiminin katliamlarına karşı dillendirdiği insani söylemi abartılı bir şekilde iç politika malzemesi haline dönüştürerek elindeki diplomatik imkanları zaafa uğrattı.
Sonrası malum, Suriye krizi derinleştikçe Türkiye IŞİD, PKK-PYD gibi terör örgütlerinin doğrudan hedefi haline gelmeye başladı. Vekalet savaşlarının maşası konumundaki bu örgütlerinin saldırıları acımasız bir hal alınca doğal olarak Türkiye’nin kayıpları da ağırlaştı.
***
Bu süreçte işin en tahammül edilmesi zor tarafı ise, Batılı müttefiklerinin ve Amerika’nın Türkiye’yi bu terör ateşi karşısında yalnız bırakmasıdır. Daha da vahim olanı, stratejik müttefikimiz olan Amerika’nın Türkiye’ye karşı düşmanlığı herkes tarafından bilinen PYD-YPG’ye silah desteği sağlamasıdır. Dahası Amerika sadece Türkiye’yi değil, Suriye halkını da katliamlara karşı yalnız bıraktı. Nitekim Washington Post’a yazdığı makalede Amerika’nın bu tavrını ‘sonsuz utanç’ olarak tanımlayan Cumhuriyetçilerin önemli ismi McCain Suriye’deki acı gerçeği şöyle tanımlıyor: “Kadın ve çocukları, hastane ve fırınları hedef alan akıllı bombaların kullanımına, varil bombalarının geniş kitlelerin üzerine yağdırılmasına seyirci kaldık.”
Kabul etmek gerekiyor ki, Rusya’nın 2015’ten itibaren Suriye’de doğrudan müdahil hale gelmesi bölgedeki siyasi dengeleri de kökünden değiştirdi. Müttefiklerinin iç ve dış tehditler karşısında Türkiye’yi yalnız bırakması da dikkate alındığında Ankara’nın diplomatik seçeneklerini çoğaltması bir zaruret haline gelmiştir. Ayrıca reel şartlar da bunu gerektirmektedir. Yani Türkiye’nin şu anda İran ve Rusya ile ilişkilerini geliştirmesi reel politik anlamında doğru bir dış politikaya işaret etmektedir.
Ancak hemen belirtmek gerekiyor ki, Türkiye’nin Rusya ve İran ekseninde diplomasi seçeneklerini çoğaltması ne kadar doğruysa, Batı ittifakı ile olan ilişkilerini zenginleştirmesi de o kadar doğrudur ve de elzemdir. Ayrıca Batı ile gemileri tümden yakacak kadar çaresiz bir durumda olduğumuzu da düşünmüyorum. Unutmayalım ki, böyle bir adım dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan da olmak gibi vahim bir sonuç doğurabilir.