Genel anlamda modernliğin ‘Aydınlanma’ ile başladığını, aydınlanmanın ise akıl üzerine bina edildiğini biliyoruz. En azından aydınlanmanın günümüzdeki imajı, insanın, hayata yön veren gerçekleri dini ve metafizik referanslardan ziyade, bizzat akla müracaat ederek bulmasını öngören bir hareket olduğunu resmetmektedir. Ve Aydınlanma döneminin iki temel ayağını Newton’un bilimsel çalışmaları ve Kant’ın felsefesi oluşturmaktadır.
Tabii ki esas itibariyle ‘Aydınlanma’ düşüncesi, Ortaçağ’a karşı bir tutum ve davranışın adıdır. Kant felsefesiyle doruk noktasına ulaşan ‘Aydınlanma’nın doğal olarak temsilcisi, hatta sözcüsü de Kant’tır. Felsefecilerin Kant’ın düşüncelerinde somutlaşan Aldınlanma’yı “Fizik dünya” ve “ahlak dünyası” açısından yorumladıkları dikkate alındığında, Aydınlanma’nın bu iki alanda gerçekleştirdiği bir zihniyet devrimi olduğunu söylemek mümkün. Dönemin daha iyi anlaşılabilmesi açısından, fizik dünyanın ve ahlak dünyasının ortak paydasının ise ‘akıl’ olduğunun altını özellikle çizmek gerekiyor.
Hemen belirtmekte yarar var, Newton fiziği esas itibariyle evrenin ancak akılla kavranabileceğini göstermiştir. Kant ise bu yeni bakış açısına felsefi anlamda bir derinlik kazandırmıştır.
Bugün özellikle Müslüman dünyada, akıl üzerine bina edilen ‘Aydınlanma’ düşüncesine karşı eleştirel bir bakış sözkonusudur. Aydınlanma denince genelde kastedilen tanrı tanımaz ve pozitivist imaj bağlamındaki eleştirileri anlamak mümkün. Ancak aydınlanma düşüncesinin bir başka boyutu da bilimi ve insanoğlunun bilincini geliştirmesi, aydınlatmasıdır. Eğer modernleşme dediğimiz olgu, aydınlanmanın tanrıtanımaz yönüyle eşdeğer bir durum arzediyorsa, hiç kuşkusuz dini değerlere inanan insanlar tarafından bunun kubullenilmesi mümkün değildir. Konunun daha iyi anlaşılabilmesi açısından Prof. Dr. Ali Bardakoğlu Hoca’nın şu tespitini paylaşmakta yarar var: “Aydınlanma bir ideolojidir ve bu ideoloji toplumsal değişim ayağını modernizm şemsiyesi altında gerçekyeştirmeyi hedeflemiştir. Oysa modernite bir durumdur, yaşanılan bir olgudur. Çağın sizin önünüze getirdiği, sorunlardır, taleplerdir, çözüm yolları gösteren önerilerdir. Ama siz bunları, bu talepleri kendinize ait formüllerle zenginleştirebilir, bunlardan istediklerinizi kabul eder, istediklerinizi reddedebilirsiniz.”
Aslında aydınlanma düşüncesinin zihinsel anlamda daha bir vuzuha kavuşabilmesi için, modernizmin Batılılaşma düşüncesinin ideolojik bir yansıması, modernitenin ise kültürel çeşitliliği de içinde barındıran bir değişim olgusu olduğunu belirtmek gerekiyor.
***
Eğer İslam’ın evrensel ve çağlarüstü bir din olduğuna ve her çağın insanına söyleyecek bir sözü olduğuna inanıyorsak, modern zamanların değerleri olarak algılanan demokrasi, özgürlük, rasyonel düşünce, eşitlik, hukukun üstünlüğü gibi kavramları içselleştirmek durumundayız. Zira biliyoruz ki, bu kavramlar aynı zamanda İslam’ın öz değerleridir.
Elbette Aydınlanma’nın ideolojik boyutuyla aynı hizada olmak zorunda değiliz, ama bugünkü bilimsel, teknolojik gelişmeleri ve kültürel çeşitliliği Aydınlanma düşüncesiyle ilişkilendirmek durumundayız. Prof. Dr. Şafak Ural’ın “Aydınlanma, Bilim ve Bireyleşme” makalesindeki şu tespitinin meseleye ışık tutacağı kanaatindeyim: “Aydınlanmayı akılla özdeşleştirip günümüzdeki kötülükleri Aydınlanmaya bağlamak, bir günah keçisi aramak, bir suçluluk duygusu içinde olmak demektir. Sorunları doğru tespit edip rasyonel çözümler bulamadıkça, duygusal reaksiyonlara, gerçekleri bir kenara bırakıp saplantılara kolayca yönelebiliriz. Kısaca ve kabaca söylemek gerekirse, Aydınlanma çağı olmasaydı hala belki cadı avında olurduk ve birbirimizi yakmaya devam ederdik.”
Bu çerçevede, Aydınlanma ve modernleşme bağlamında ‘bireyleşme’nin de altını çizmek gerekiyor. Zira otoriteye karşı çıkışta bireyleşme de aydınlanmanın hedefleri arasında yer almaktadır. Kuşkusuz bireyleşmenin en önemli teminatı ise hukuktur. ‘Bireyleşme’ ve hukuk arasındaki ilişkiye dikkat çeken Prof. Şafak Ural, bireyleşmenin ve birey olmanın ancak hukukun üstünlüğünün hakim olduğu bir ortamda mümkün olabileceğini belirtiyor.
***
Galiba şöyle bir tespit yapmak gerekiyor; Batı düşüncesindeki gelişmeleri gözardı ederek İslam dünyasının fikri anlamda bir güç alanı alanı oluşturması mümkün değildir. Elbette bu Batı düşüncesine körü körüne ram olmak anlamına gelmemeli, ama marazi bir Batı karşıtlığı kompleksiyle hareket etmek de İslam dünyasının entelektüel bir kısırlığa mahkum olması anlamına gelecektir. Mevlana’nın pergel metaforunun fikri manada yol gösterici olduğu kanaatindeyim: /Pergelin iğneli ayağı sabittir benim dinimde/ ama diğer ayağı ile yetmiş iki milleti dolaşırım/
Hasılı, İslam düşüncesinin sahici bir yenilenmeyi gerçekleştirebilmesi için pergel metaforuna uygun bir tecessüse ihtiyacı olduğu kesin.