Yıllardır bilim insanları Türkiye’nin bir deprem coğrafyası olduğunu, bu yüzden de bütün ülkedeki yapı stokunun acilen gözden geçirilmesi gerektiğini en açık ve yalın ifadelerle anlatmaya çalışıyorlar. Özellikle 1999’daki 17 Ağustos depremiyle yaşadığımız felaketle birlikte deprem gerçeğini bütün bir ülke olarak fark ettiğimizi sanıyorduk. Evet o günlerde acıyı hep birlikte yüreklerimizde hissettik ve depreme karşı adeta ulusal bir seferberlik halinin oluşması konusunda ittifak ettik. 20 yıldan bu yana bütün konutlardan deprem katkı payları kesildi ve bu fonda milyarlarca liralık bir meblağ oluştu. Şu ana kadar bu kaynaktaki paralar depreme hazırlık için kullanılmadığı gibi, toplum olarak nerede kullanıldığı konusunda da bir bilgiye sahip değiliz. Her ne kadar siyasi iktidar tarafından bu vergilerin kat kat fazlasının harcandığı şeklinde afaki açıklamalar yapılsa da, şeffaf bir şekilde nereye ne kadar harcandığı konusunda rakamsal veriler ortada yok.
Esas can yakıcı gerçek şu; aradan geçen 20 yıla rağmen sadece İstanbul’da değil, Türkiye’nin hiçbir şehrinde ciddi anlamda bir kentsel dönüşüm yapılmadı, tehlike arz eden binalarla ilgili kısmi güçlendirmeler dışında gözle görülür bir iyileştirmeye gidilmedi.
Geçtiğimiz aylarda Silivri’de gerçekleşen 4.8’lik depremle birlikte İstanbul için alarm zilleri yeniden çalmaya başladığında, 15 gün boyunca geceli-gündüzlü depremi tartıştık, ama sonra her şeyi unutup hep birlikte Kanal İstanbul masalları anlatmaya başladık.
Ama ne yazık ki masallar gerçekleri ortadan kaldırmıyor. İşte deprem bir kez daha Elazığ’da kapımızı çaldı ve acı gerçeği son kez hatırlattı. Milletçe acıyı yüreklerimizde hissettik, kaybettiğimiz insanlarımızı dualarla uğurladık.
Elazığ’da hepimizin yüreğini yakan depremin yaralarını sarma konusunda milletçe güzel bir örnek ortaya koyduk, bunu takdir etmek lazım. Ama burada yıkılan bina sayısının 10-15 civarında olduğunu da unutmayalım. Dolayısıyla esas odaklanmamız gereken muhtemel İstanbul depremidir. Bilim insanlarının uyarıları ortada, deprem İstanbul’un sınırlarına dayanmış durumda. 20 yıllık bir ihmal gerçeğimiz var ve bu konuda hiçbir şey yapmadık.
Dolayısıyla hiç vakit kaybetmeden İstanbul konusunda acilen bir şeyler yapmamız gerekiyor, ama ne yazık ki biz yeni canlar kaybetmemek için deprem seferberliği başlatmak yerine, kendi ideolojik mahallelerimizi tahkim etme telaşına düşmüş durumdayız. Tam da Elazığ depreminin yaralarının sarıldığı şu günlerde Kızılay’ın ENSAR Vakfı’na aktardığı 8 milyon dolarlık yardımı konuşuyor olmak gerçekten yürek yakıcı bir durum.
Neden İstanbul depremi gibi bir gerçekle yüz yüzeyken böyle bir tercih yapılır doğrusu anlamak mümkün değil. Oysa Kızılay’ın bizzat kendisinin belirlediği amaçları o kadar açık ki: “Kızılay’ın amacı, her nerede görülür ise, hiçbir ayrım yapmaksızın insanın acısını önlemeye veya hafifletmeye çalışmak, insanın hayatını ve sağlığını korumak, onun kişiliğine saygı gösterilmesini sağlamak ve insanlar arasındaki karşılıklı anlayışı, dostluğu saygıyı, iş birliğini ve sürekli barışı getirmeye uğraşmaktır. Kızılay ihtiyaç anında dayanışmanın, ıstırap anında eşitliğin, savaşın en kızgın anında insancıllığın, tarafsızlığın ve barışın simgesidir.”
Bu çerçevede Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın deprem üzerinden siyaset yapılmaması yönündeki haklı değerlendirmesinin altını özellikle çizmek gerekiyor. Ancak devletin bütün kurumlarının da aynı hassasiyeti taşımaları gerekiyor. Zira kritik dönemlerde kurumların ortaya koyduğu tercihler, insanların zihinlerinde bir takım soru işaretlerinin doğmasına ve derin kırılmalara yol açmaktadır.
Herkesin bildiği bir gerçek var ki, demokratik hukuk devletinde iktidarların bütün icraatları hem şeffaf, hem de hesap verilebilir olmak durumundadır. Mesela deprem vergilerinin nerelere harcandığını, kurumların kullandığı kaynakları nasıl değerlendirdiğini vatandaşlar öğrenme hakkına sahiptir. Eğer insanlar bu haklarını yeterince kullanamıyorlarsa, zihinlerinde bir takım soru işaretlerinin ve kuşkuların doğması kaçınılmaz hale gelir ki, hiçbir iktidarın böyle bir tablodan mutlu olması mümkün değildir. Dolayısıyla iktidarların meşruiyeti de, siyasal meşruiyetin sıhhati de ancak hukukilik ve şeffaflıkla mümkündür.