Kovid-19 küresel salgınına karşı hepimizin tahammül sınırlarını zorlayan bir mücadele verdiğimiz şu günlerde siyasette yaşananlar, kelimenin tam anlamıyla bir az gelişmişlik kültürünün sefalet tablosunu andırıyor.
Düşünebiliyor musunuz, “millet iradesinin üstünde hiçbir güç olamaz” söylemiyle işbaşına gelen seçilmiş iktidar, günlerdir seçilmiş belediye başkanlarını itibarsızlaştırma kampanyası yürütüyor. Ve seçilmiş başkanların atanmış valilerin emir kulu olduğuna bizi inandırmaya çalışıyor. Madem şehirleri atanmışlar yönetecekse, neden yerel seçimler yapıyoruz ki... Hepsini bir kararname ile atayalım gitsin. Böylece hem Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin gücü kanıtlanmış olur, hem de memleketin zaten kıt olan kaynaklarını bir demokrasi gösterisi için heba etmemiş oluruz!..
Maalesef Meclis’in açılışının 100. yılında, hala başladığımız yerde olmak demokrasimiz adına hüzün verici bir durum.
AK Parti’nin, korona mağdurlarına bedava ekmek dağıtan muhalefet belediyeleri için “Bu tür teşebbüsler geçmişte FETÖ ve PKK gibi örgütler tarafından denenmiştir” değerlendirmesini duyduğumda kelimeler adeta boğazımda düğümlendi ve müthiş bir çaresizlik duygusuna kapıldım. Ne hikmetse Kovid-19 celladından gizlenmeye çalıştığımız günlerde bile kutuplaşmadan bir türlü vazgeçemiyoruz.
Öyle anlaşılıyor ki bunca demokrasi tecrübesi, zihniyet değişimi anlamında bize pek bir şey kazandırmamış. İşte tam da bu yüzden seçilmişlerin itilip kakılmasından beslenen darbe dönemlerinin bu üniformalı geleneği, maalesef bugünkü siyasetçinin rol modeli haline gelmiş bulunuyor.
Kuşkusuz yıllardır millet iradesinin en güçlü savunucusu olan AK Parti’nin, dramatik bir savrulmanın sonucunda seçilmişlerin değil, atanmışların safında yer almasını siyasal bir akılla izah etmek pek mümkün gözükmüyor. Demek ki bu hikayenin sonuna yaklaşıyoruz.
Şimdilerde küresel salgının, Türkiye dahil bütün dünyada yarattığı tahribatın dışında hiçbir şey düşünmeye takatimiz yok. Ama kimsenin kuşkusu olmasın ki fırtına dindiğinde, insanlar hayata tutunmak için yeni umutlara yelken açacaklar ve geleceklerini emanet edecekleri emin elleri arayacaklardır.
Açıkçası fırtına sonrasında siyasetin yeniden umut olabileceği konusunda pek umutlu değildim, bu konuda hala tereddütlerim var. Ancak önceki gün KARARtv’de canlı yayına katılan DEVA Partisi genel başkanı Ali Babacan’ı dinlerken kısa süreliğine de olsa umutsuzluklara ara verdim.
Bilindiği gibi Babacan’la ilgili en çok dillendirilen eleştirilerden birisi; “Daha çok bir teknisyen üslubuyla konuşuyor, oysa kitleleri sürükleyecek daha siyasal bir dile ihtiyaç var” şeklindeydi.
KARARtv röportajında gördük ki Babacan siyasetteki üslup kirliliğine düşmeden, ama her gün daha kararlı bir siyaset diliyle kitlelerin beklentileriyle buluşmanın formülünü keşfediyor.
Öyle anlaşılıyor ki hiçbir zaman bağırıp çağıran bir siyasetçi olmayacak, ama sözünü de eğip bükmeden çok net söyleyecek. Açıkçası ben Babacan’ı bu röportajıyla siyaset yolculuğunda daha kararlı ve coşkulu buldum. Mesela Türkiye’nin mevcut sorunlarını bu siyasi kadro ile çözemeyeceğinin altını çizerken diyor ki: “83 milyonluk bir ülke tek bir karar merkezinden yönetilemez...” Böyle bir cümleyi herkes söyleyebilir, söylüyor da zaten, ama bunu Ali Babacan söyleyince daha bir güven duygusu hissediyorsunuz. Röportaj sonrasında ideolojik bir aidiyeti olmayan, genel Türkiye ortalamasını temsil eden bir dostum aradı ve şöyle bir yorumda bulundu: “Küresel salgın kabusu yaşadığımız şu günlerde Ali Babacan’ı dinlemek bana iyi geldi.
Onun yönettiği bir ülkede ekonomi kötü olmaz, her gün kafasına göre kararlar alıp özgürlükleri ve ekonomiyi tehlikeye atmaz, kafası bozulunca insanları cezaevine tıkmaz diye düşünüyorum ve umutlanıyorum. İnşallah yanılmam...”
Evet, artık yanılmak istemiyoruz..