Türkiye gerek beşeri sermayesi, gerek tarihsel ve kültürel birikimi, gerekse coğrafi zenginlikleri itibariyle büyük bir ülke. Ama bütün bu hasletlerimize rağmen, son yıllarda ekonomiden hukuka, eğitimden dış politikaya kadar yaşadıklarımız hepimizi mutsuz ediyor, canımızı yakıyor.
Yıllardır ekonomik anlamda iki yakamız bir araya gelmiyor. “Biz dünya lideriyiz, ekonomide şahlanma dönemine giriyoruz, Almanlar bizi kıskanıyor” diye herkese meydan okuyoruz ama fukaralıktan bir türlü kurtulamıyoruz, enflasyonda birinciliği kimselere bırakmıyoruz.
Hiçbir mazeretin arkasına sığınmadan bugün geldiğimiz şu hali hakkaniyetle tahlil edelim… Genç ve pırıltılı beyinlerimiz, yetişmiş doktorlarımız gelişmiş demokratik ülkelere gitmeye çalışıyor, bir yolunu bulup Avrupa’ya sığınmaya çalışan insanlarımızın sayısı her geçen gün artıyor.
Son yıllarda uluslararası sıralamalarda neredeyse son sıralardayız, eğitimde kaliteyi belirleyen PISA testinde dünya standartlarının çok altındayız, Anayasa’nın açık hükmüne rağmen, alt mahkemeler AYM’nin kararlarını tanımıyor, yine anayasamızda değişiklik yaparak iç hukukumuzun bir parçası haline getirdiğimiz Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) kararlarına uymuyoruz.
Ama övünebileceğimiz çok başarılı(!) işlerimiz de var… Mesela Somali Cumhurbaşkanın oğlu İstanbul’da bir kuryeye çarparak öldürüyor ve elini kolunu sallayarak Türkiye’den kaçıyor. Daha da vahim olanı, her vesileyle demeç vermeye bayılan bir devlet yetkililerimiz çıkıp “Burası kabile devleti değil, bulup yargıya teslim edeceğiz” diyemiyor, toplumda tepkiler yükselince Adalet Bakanı, bu suçu işleyen sanığın Türkiye’ye getirileceğini söylemek zorunda kalıyor.
Ancak ne hikmetse bütün bu çaresizliklerden kurtulmak için esas yapılması gerekenleri bir türlü gündemimize almayı beceremiyoruz. Oysa çözüm son derece açık ve net; sağlam bir ‘hukuk devleti’ inşa etmeden, demokratik standartları arttırmadan, bilimsel anlamda ileri adımlar atmadan, eğitimde fırsat eşitliğini sağlamadan, kalkınma anlayışını rasyonel ekonomik kurallara göre düzenlemeden, toplumun bütün bireylerinin haklarını, özgürlüklerini anayasal güvence altına almadan refah ve huzur toplumu olmak asla mümkün değildir.
Maalesef Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana ağır aksak işleyen bir demokrasiye, zaman zaman dikişleri atan bir hukuk sistemine sahibiz. AK Parti iktidarının ilk on yılında demokratik standartlar, hukukun üstünlüğü ve kalkınma anlamında önemli adımlar atıldı, ancak sonrasında AK Parti kendi kazanımlarını kendi elleriyle bizzat yok ettiği için bugün böyle bir çaresizlikle baş başa kaldık.
Ve ne yazık ki bugün itibariyle bilimde, teknolojide, kültürde, sanatta ve sporda ilerlemeye değil günübirlik hedeflere odaklandık, kısa vadeli ekonomik kazanımları kar sayar hale geldik, daha da önemlisi demokratik toplumların tecrübelerinden yararlanmayı beceremedik.
Hasılı yaşadığımız çağı ve hayatı ıskaladık, zor zamanlarda bizi aşağıya çeken zorluklarla mücadele etmek yerine, yeni bahanelere sığındık, bol bol hamaset ürettik, bu da yetmedi “kaderimiz bu…” diyerek başka bir dünya hayaliyle teselli bulmaya çalıştık.
Kabul edelim ki aklın yolu bir, hiç öyle boş hayallere kapılmadan adaletin tecelli ettiği, ‘hukukun üstünlüğü’ne dayalı bir hukuk devletini inşa etmek zorundayız, gerisi hikaye…
Bu konuda TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi Başkanı Tuncay Özilhan’ın geçtiğimiz günlerde TÜSİAD toplantısındaki şu sözleri hiçbir yoruma ihtiyaç duymayacak kadar açık: “Modern bir hukuk devletinde herkesin can ve mal güvenliği garanti altındadır. Sözleşmeler hukuk sistemi içinde uygulanır. Yargılama adildir; herkes adalet önünde eşittir. Yasalar açık ve nettir; herkese eşit uygulanır. Mahkeme kararlarında çelişki olmaz ve herkes için bağlayıcıdır. Uluslararası normlara ve sözleşmelere riayet edilir. Mevzuat değişikliğinde en iyi uygulamalara bakılır; ilgili tarafların görüşü alınır, etki analizi yapılır. Güçlü piyasa ekonomilerinde yönetim sisteminde ve kararlarda öngörülebilirlik esastır. Şeffaflık ve hesap verebilirlik güvence altındadır. Güçler ayrılığı ve denge ve denetleme mekanizmaları etkin çalışır. Çoğunlukçulara değil çoğulculuğa önem verilir.”
Demek ki ‘hukuk devleti’ olmadan, demokrasinin standartlarını yükseltmeden ‘büyük devlet’ olmak sadece hayallerde mümkün oluyormuş…