İnsan olarak en çok değer verdiğimiz şeylerin kıymetini galiba kaybedince anlıyoruz.
İnsan olarak en çok değer verdiğimiz şeylerin kıymetini galiba kaybedince anlıyoruz. Bu insan tabiatının bir tezahürü olsa gerek... Bu bağlamda özgürlüğümüzün kıymetini de en zor zamanlarda öğreniyoruz.
Şu anda özellikle özgürlükler bağlamında içinden geçmekte olduğumuz yıkıcı atmosferin adeta bir ders niteliği taşıdığı kanaatindeyim. Herhalde hiçbirimiz 21. Yüzyılda, haklar ve özgürlükler adına konuşmanın, hakkaniyetli bir duruş ortaya koymanın bu kadar zor ve zahmetli olabileceğini hayal etmemişizdir. Ama ne yazık ki tam da böyle bir iklimin içinden geçiyoruz. Fikrini ifade edenlerin sesi kısılırken, vicdanları yaralayan hukuk cinayetleri ilenirken sadece seyrediyoruz, belki de elimizden başka bir şey gelmiyor...
Maalesef böyle zamanlar kaçma duygusunun zirve yaptığı, başka limanlara sığınmanın adeta bir şarkıya dönüştüğü en talihsiz zamanlar olsa gerek. İşte ben de kaçıyorum... Ama en hüzünlü şarkılar yine de peşimi bırakmıyor.
İnsanlardan uzak dünyanın tenha bir köşesinde sadece ateş böceklerinin ışığında geceye şarkılar söylemenin ne kadar müstesna bir ana tekabül ettiğini tarif etmek için her zaman kelimeler yeterli olmayabilir.
Öyle anlar olur ki bir ceviz ağacının dalları arasından seni gözetleyen dolunayın ışığında bazen Miles Davis’in bir anda patlayan trompetinin sesiyle bütün dünyaya meydan okumaya heves edersiniz. Bazen de “hüznün manevi babası” olarak adlandırılan Leonard Cohen’in “Suzanne” şarkısıyla dereleri tepeleri aşıp denizin aşk limanına sığınırsınız...
/Suzanne elinden tutar ve nehre götürür seni
selamet ordusu tezgahından alınmış paçavra ve tüylerdendir elbisesi
ve güneş bal gibi süzülür liman azizemizin üstüne ve suzanne sana bakacağın yeri gösterir, çöpler ve çiçekler arasında
yosunlar içinde kahramanlar, sabah vakti çocuklar vardır
aşkı tutmaya uzanırlar hepsi, ve böyle uzanacaklardır
daha suzanne aynasını tuttukça/
Şimdi vadinin tam ortasında ay ışığı ile adeta dans eden gecenin seranatını dinliyorum. Öylesine muhteşem bir gökyüzü ki yıldızları tek tek sayıp, elimi uzatarak ayı tutabilirim gibi bir hisse kapılıyorum.
Eğer cırcır böceklerinin kemanından sıkılırsanız vadinin hemen kıyısında yükselen başı dumanlı dağlardaki kayın ve çam ağaçlarının hafif bir rüzgarla dans eden yapraklarının şarkısını dinleyebilirsiniz... Hafızamı biraz tazelediğimde far ettim ki zor zamanlarda hep aynı rotayı, dağların uğultulu sessizliğine ve yüreğime akan çığlığına kaçıyorum.
Ama hiçbir şey çare olmuyor, her ne kadar dağlarla çevrili vadinin ortasındaki Karyağmaz köyüne kaçsam da, yıldızlardan ilham alarak hayata ve umuda çağıran şarkılardan asla kaçamıyorum.
Ve oturup tekrar tekrar Mercedes Sosa’nın “Gracias a la Vida” (Teşekkürler hayat) şarkısını dinliyorum.
/bana bu kadar çok şey veren hayata teşekkürler
bana iki parlak yıldız verdi, onları açtığımda mükemmel olarak ayırabiliyorum karayı aktan
ve göğün yukarısında onun yıldızlı derinliğini
ve kalabalıklar içinde sevdiğim adamı bana bu kadar çok şey veren hayata teşekkürler
insan beyninin meyvesine baktığımda kötülükten o kadar uzakta olan iyiliğe baktığımda
senin parlak gözlerinin derinliğine baktığımda
bana göğüs kafesimi sarsan bir yürek verdi.
bana bu kadar çok şey veren hayata teşekkürler
bana gülmeyi ve ağlamayı verdi
böylece ayırt edebiliyorum acıyı
mutluluktan benim şarkımı oluşturan iki malzeme bunlar
ve benim şarkımın aynısı olan sizin şarkınızı
ve kendi şarkıma benzeyen herkesin şarkısını./