AK Parti iktidarının özellikle son beş yıldaki savrulma hikayesini gördükçe doğrusu fena halde kafam karışıyor ve bazı durumları zihin dünyamda izah etmekte güçlük çekiyorum.
Aslında anlaşılmayacak bir durum yok, cümlenin gelişi böyle bir sonuç ortaya çıkardığı için izah etmekte güçlük çektiğimi söylemek durumunda kaldım o kadar… Herkesin malumu olan bir durum var ki iktidara geldiği ilk günden itibaren Avrupa Birliği çıpasını önemseyen, ABD ile müttefiklik ilişkilerini zenginleştirme hedefine bağlı olan AK Parti, yolun bir yerinde hukuk, özgürlük ve insan hakları gibi temel evrensel değerlerle kan uyuşmazlığı yaşadığı için istikamet değiştirdi ve doğal olarak otokrat bir istikamete savruldu.
Dolayısıyla yeni istikametle birlikte AK Parti sürekli demokratik ülkeleri ve demokratik değerleri küçümseyen, Çin, Rusya ve Türk cumhuriyetleri gibi otokrat ülkelerin faziletlerini anlatmaya özen gösteren bir siyaset dili geliştirdi. Dolayısıyla bugün AK Parti’nin durduğu yer hiç de şaşırtıcı değil.
Her ne kadar yola çıkarken demokrasi, ‘hukukun üstünlüğü’, özgürlük gibi kavramları önceleyen bir siyaset dilini tercih etmiş olsa da bugün artık öyle bir havada değil, tek hayali hesap verilebilirliğin olmadığı, kimsenin hesap soramadığı, yargıya da yasamaya da hükmeden mevcut alaturka sistemi geriye dönülemez bir şekilde tahkim etmek…
AK Parti’nin bu hayalinin gizlisi-saklısı yok ve herkes de bunu biliyor. Ancak buna rağmen çok gereksiz bir şekilde demokrasiye bağlıymış gibi bir görüntü vermeye de özen gösteriyor. Oysa buna hiç ihtiyacı yok, zira demokratik değerlerden hazzetmiyor.
Ancak AK Parti iktidarı, Türkiye’yi demokratik dünyadan uzaklaştıran otokrat politikalarını toplum nezdinde meşrulaştırmak için “dış güçler, emperyalist ülkeler bizi yok etmeye çalışıyor” benzeri hamasi söylemlerle ülkeyi çok tehlikeli bir mecraya sürüklemiş bulunuyor.
Maalesef iktidar, içerideki başarısızlıklarını perdelemek için ülkenin geleneksel dış politika reflekslerini bile yok sayarak neredeyse bütün ülkeleri düşman ilan ediyor ve Türkiye’yi derin bir yalnızlığa mahkum ediyor.
Tek yanlış, dostlarımızın sayısının giderek azalmasından ibaret değil elbette. İktidar temel tercihini otokrasiden yana yaptığı için, Türkiye’nin doğal olarak hukukla bağları zayıflıyor ve her geçen gün demokrasi liginden biraz daha uzaklaşıyoruz.
Ne yazık ki bir kere ipin ucu kaçınca bütün kayıplar peş peşe gelmeye başlıyor… Ve doğal olarak Türkiye Hukukun Üstünlüğü Endeksi’nde, Şeffaflık Endeksi’nde, Özgürlükler Endeksi’nde ve Yolsuzluk Endeksi’nde antidemokratik ülkelerle aynı safta anılır hale geliyor. Hal böyle olunca dünyanın hiçbir saygın ülkesinden kredi bulamıyoruz, yatırım yapılabilir ülke özelliğini kaybediyoruz ve sonunda ya tefecilere gitmek ya da despotik Arap ülkelerine avuç açmak zorunda kalıyoruz.
Galiba demokratik dünyadan kopmayla birlikte içine girdiğimiz bu yeni süreç, şu anda yaşadığımız çaresizliğin en dramatik fotoğrafı olsa gerek..
Bu çerçevede, geçtiğimiz günlerde Erzurum’da öğrencilerle buluşan Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın muhalefeti eleştirirken kullandığı “yabancı ekonomi komiserlerinden medet umanlar” ifadesini duyunca müthiş bir duygu karmaşası yaşadığımı itiraf etmeliyim.
Evet yabancı komiserlerden medet ummayalım, ama reel dünyadan koparak iki buçuk despotik ülkeye de muhtaç hale gelmeyelim.
İşte gelişmiş dünya ile aramızdaki mesafeyi daha da derinleştiren bu yaklaşım sadece ekonomik anlamda değil, demokratik ve insani değerler konusunda da ülkeyi dünyadan izole ederek Türkiye’yi kapalı bir rejime dönüştürüyor.
İşin en tuhaf tarafı da AK Parti’nin, bu demokratik dünyaya meydan okuma tavrını “yerli-milli” söylemiyle topluma sunmasıdır. Oysa hepimiz biliyoruz ki bu ülkenin değerlerine bağlı olmak, bu topraklarda yaşayan herkes için bir övünç vesilesidir.
Ama unutmayalım, bir taraftan ‘yabancı ekonomi komiserleri’ ya da ‘dış güçler’ masalı anlatıp, sonra da petrol şeyhlerinin kapılarında dolar güzellemesi yapmanın yerli ve milli olmakla uzaktan yakından bir alakası olamaz.
Bilelim ki hukuku yok ederek, insanları adalete hasret bırakarak, ekonomik krize çözüm üretemeyince fukaralığa şükretmenin ne büyük bir fazilet olduğunu anlatarak yerli ve milli olamayız.