Müslüman toplumlarda aklın ihmal edilmesiyle başlayan süreç, sonuçları itibariyle bu toplumların geri kalışlarının da tarihi haline gelmiştir. Oysa biliyoruz ki Kur’an doğrudan aklı muhatap alarak öneriler getirmiş ve insanı bizzat kendi varlığı üzerinden özgür kılmıştır.
Ancak aslolan sadece akıldan mahrum olmak değil, aklın vesayetten kurtulmasıdır. Kant’ın da ifade ettiği gibi vesayet bir insanın bir başka insanın nezareti olmaksızın kendi idrak kabiliyetini (understanding) kullanamama iktidarsızlığıdır. Bu vesayet, vesayetin sebebi akıldan mahrumiyette değil, aklı bir başkasının nezareti (direction) talimatı olmadan kullanma karar ve cesaretinin yokluğunda, insanın kendi kendisini maruz bıraktığı bir vesayettir.” (Emmanuel Kant, Aydınlanma nedir, Liberal Düşünce, 2005)
Tarihin belli dönemlerinde aklı ve bilimi esas alan Müslüman toplumlar hem dini ilimlerde hem de beşeri ilimlerde önemli merhaleler kaydetmişler ve güçlü bir medeniyet iklimi oluşturmuşlardır. Maalesef bu pırıltılı yılların ardından akıl ve müspet bilimlerle bağları zayıflayan Müslüman dünya, giderek hurafeci akla teslim olmuş ve doğal olarak gerileme kaçınılmaz hale gelmiştir.
Kendi yaşadığı çağda bilim ve bilim insanlarının halini kapsamlı bir şekilde anlatan İbn Haldun, bu dönemde İslami düşüncenin duraklayıp donduğunu, İslami bilimlerde sadece tekrarla yetinildiğini, akli bilimlerden ise tamamen uzaklaşıldığını ortaya koyar.
Mağrib ve Endülüs’te umran rüzgarının yavaşlamasıyla akli ilimlerin duraklama dönemine girdiğini belirten Muhammed Abi el- Cabiri’nin, İbn Haldun’un Mukaddimesi’ne dayanarak yaptığı tesbit dikkat çekicidir. Felsefe ve alt dallarına rağbet giderek azalmış ve felsefeyle meşgul olanlar tekfir edilmiştir. Bu bağlamda, Gazali’nin felsefe ve filozoflara hücumundan sonra İbn Rüşd tekfir edilmiş ve Muvahhidi halifesi Yabub el-Mansur tarafından felsefe kitaplarının yakılmasıyla ilgili ferman çıkarılmıştır.
Kabul etmek gerekiyor ki hurafeci aklın çağın ruhuna hakim olmasıyla birlikte Müslüman dünya sağlıklı düşünme ve bilim üretme kabiliyetini kaybettiği için her alanda gerileme ve çöküş asırları başlamıştır. Çünkü bu hurafeci düşünce yönetim kademelerinden bütün toplum kesimlerine kadar her alanda yaygınlık kazanmış ve insanların aklına ipotek koymuştur.
Cabiri’nin de altını çizdiği gibi bütün bu boğucu atmosfere rağmen, seçkin alimler ve mütefekkirler topluluğu, dini, edebi ve felsefi kitaplara dönmeyi başarmışlardır, ancak belli sınırlar dahilinde… Cabiri’nin bu konudaki tespiti şöyle: “Kralların ve emirlerin saraylarında yaşayan az sayıdaki bu grup, görüşlerini açıkça ifade edemiyor ve hakim düşünce ortamlarına etki edemiyorlardı. Akli ilimlerle iştigal etmek, İbn Haldun’un da dediği gibi ancak ’Ehlisünnet alimlerinin kontrolü altında’ ve böyle bir gözetimin gölgesinde mümkündü. İşte bu yüzden akli ilimlerde üretim kaybolmuş, insanlar artık bu alana önem vermez olmuşlardı.” (Asabiyet ve Devlet, s.39, Mana yay.)
Kuşkusuz bugün Müslüman dünyanın içinde bulunduğu trajik hali tarif ederken, aklı, bilimi ve felsefeyi ihmal ederek içine düştükleri açmazları da dikkate almak gerekiyor. Bugün Türkiye dahil hemen bütün Müslüman ülkelerin halkları olarak yaşamaya mahkum olduğumuz otokrat yönetimlerden şikayetçiyiz, Müslümanlara yakışan evrensel ölçekte bir adalet sistemi inşa edemediğimiz için mutsuzuz, gelişmiş dünyanın kendi halklarına sağladığı insanca bir refah düzeyine ulaşamadığımız için çaresiziz.
Ne yazık ki her gün daha da derinleşen travmalarımızdan bir türlü kurtulamadığımız için de bizi yönetenler her gün yeni düşmanlar icat ederek bir taraftan otokrat kalelerini tahkim ediyorlar, bir taraftan da dinin esas metinlerinin üzerine örterek “hurafeci aklı” kendi halklarına bir fazilet gibi sunuyorlar.
Ne yazık ki vesayet altında yaşamak neredeyse karakteri haline gelmiş toplumların, bu vesayetten kurtulmaları çok kolay olmuyor. Eğer bir gün etrafımıza örülen bu hurafe duvarlarının ötesine geçmeyi başarabilirsek, belki o gün hepimiz için bir umut ışığı doğabilir.