Türkiye’nin en temel problemlerinden birisi, devlet yönetiminde hukukun üstünlüğüne dayalı şeffaf bir yönetim anlayışının inşa edilememiş olmasıdır. Bugün pek çok konuda dillendirdiğimiz şikayetlerin, aslında vatandaş olarak ülke yönetiminde ne olup bittiğinden açık ve net olarak haberdar olamamamızdan kaynaklandığını biliyoruz.
Oysa demokratik toplumların en karakteristik özelliği, yasamada, yürütmede ve yargıda yapılan bütün faaliyetlerin anayasa ve yasalar çerçevesinde hesap verilebilir ve şeffaf bir anlayış zemininde yürütülüyor olması esastır.
Kuşkusuz bu şeffaflığın sağlanabilmesi için de yasama, yürütme ve yargı arasında güçler ayrımının sağlanması, yürütmenin sınırlandırılması demokrasilerin olmazsa olmaz şartıdır. Ve tabii ki sağlıklı işleyen bir demokraside medyanın bilgi ve enformasyona dair işlevi de son derece önemlidir. Çünkü stratejik bir öneme sahip olan medya toplum ve yönetim arasında iletişimi sağladığı gibi, aynı zamanda kamu adına gözetleyen ve denetleyen bir özelliğe sahiptir.
Yani medya kamusal işlerin ve kamu harcamalarının nasıl yapıldığını, hukukun nasıl işlediğini gözetler, toplumu haberdar eder, gerektiğinde eleştirir, böylece de adalet mekanizmasının işlemesinde, hak ve özgürlüklerin teminat altına alınmasında, hesap verilebilirlik ve şeffaflık konusunda demokratik bir katkı sunar. Dolayısıyla bir toplumun demokratik mi, yoksa otoriter bir toplum mu olduğuna ancak medyaya bakarak karar vermek mümkündür. Kabul etmek gerekiyor ki otoriter toplumlarda medya demokratik esaslara göre değil, ideolojik şablonlar içinde görev icra etmektedir. Kısacası, işleyen bir demokraside medyanın da sağlıklı işlemesi şarttır.
Maalesef son dönemde Türkiye’de hukukun üstünlüğü ve kuvvetler ayrılığı prensipleri çerçevesinde yürüyen şeffaf bir yönetim anlayışından söz etmek mümkün değildir. Oysa AK Parti, geçmişte ülkede yargıya çeşitli şekillerde müdahalelerin olduğuna ve yargıçların tarafsız olarak karar vermelerinin engellendiğine dikkat çekerek yola çıkmış ve “21. yüzyılın demokratik devletinde, yöneticilerin hesap verme sorumluluğu, katılımcılık, öngörülebilirlik ve şeffaflık, temel unsurlar olarak öne çıkmaktadır” diyerek şeffaf bir yönetim vadetmişti.
Ancak bugün geldiğimiz noktada yönetim erkinin, toplumu ilgilendiren önemli konularda yeterince şeffaf olduğunu söylemek mümkün olmadığı gibi, medyanın da bilgilendirme ve denetim konusunda işlevini yerine getirdiğini söyleyemeyiz.
Mesela darbe girişimi ve FETÖ üyeliğinden bir mahkemede ağırlaştırılmış müebbet alan Korgeneral Metin İyidil’e bir başka mahkeme tarafından nasıl beraat ve tahliye kararı verebildiğini henüz anlayabilmiş değiliz. Bir gün sonra bir başka istinaf mahkemesi tarafından tutuklama kararının verilmesini de... Şimdilik, yargı kararı olmadan tahliyeci hakimler FETÖ’cü oldukları belirtilerek sürgün edildiler ve perde kapandı... Ama toplumun zihnindeki soru işaretleri devam ediyor...
Mesela, Kanal İstanbul’un geçeceği güzergahtaki araziler yerli ve yabancı kişiler tarafından çoktan kapatılmış, kim bunlar bilmiyoruz. Fısıltılar halinde herkes bir şeyler söylüyor, ama ne kadarı gerçektir onu da bilmiyoruz. Oysa demokratik toplumlarda, özellikle böylesine büyük rantların söz konusu olduğu projelerde her şey açık ve şeffaftır. Dahası açık toplumlarda üzeri sır perdesiyle örtülmüş gizli-kapaklı işler olmaz. Aynı şekilde havaalanı ve köprü gibi devlet garantili büyük yatırımlarda da kim ne kazanıyor, nasıl kazanıyor bilmiyoruz, yani yeterince şeffaf değil.
Bu arada şeffaf yönetim anlayışına dikkat çekmeyi, kesinlikle büyük yatırımlara, projelere karşı olmak babında söylemediğimi özellikle belirtmek durumundayım. Aslında AK Parti iktidarı ülkede önemli yatırımların altına imza attı, ancak kuruluşunda ortaya koyduğu “şeffaflık” ilkesiyle arasındaki mesafeyi açtığı için toplumda oluşan negatif algıyı yönetemez hale geldi. Esas itibariyle bugün AK Parti’nin yaşadığı güven krizinin temelinde de bu ilkesel savrulmalar yatmaktadır.