Bir yıl sonra 15 Temmuz kabusunun muhasebesini yaparken, geriye dönüp “Nasıl ve neden böylesine beka sorunu yaratacak kadar büyük bir ihanete maruz kaldık?” sorusunu tekrar tekrar sormak zorundayız. Biliyoruz ki 15 Temmuz’u klasik darbe formülleriyle izah edip, sadece demokratik sistem içinde çözüme havale etmek yeterli değil.
Çünkü tamamen Haşhaşi yöntemlere dayanan 15 Temmuz kalkışmasının çok daha sofistike yöntemlerle analiz edilmesi gerekiyor. Neredeyse kırk yıla varan bir süreçte siyasi iktidarların zihninde açtıkları küçük deliklerden devletin bütün kanallarına hissettirmeden akan ve hedefe giden yolda her türlü kılığa ve renge bürünen bir örgüt var karşımızda.
Dolayısıyla bu örgütü sünepe bir kasaba vaizinin etrafında toplanmış bağlılar grubu olarak değerlendirmek aldatıcı olabilir. Nitekim işin başında örgütün çekirdek safhasındaki badem bıyıklılara bakıp, “Bunlardan bir numara çıkmaz” mealindeki anlayış tehlikenin vahametini uzun süre perdelemiştir.
Her iktidar döneminde belli bir mesafe kaydeden örgüt, AK Parti iktidarıyla kelimenin tam anlamıyla bir bahar mevsimi yaşamaya başlamış ve devletin kalelerini tek tek teslim almıştır.
Aslında işin özüne baktığımızda, herhangi bir yapı tarafından ‘devletin ele geçirilmesi’ işinin, İslam toplumlarına has hastalıklı bir zihniyetin ürünü olduğunu görürüz. Hiçbir Batı toplumunda böyle bir garabetin olması mümkün değildir. Zira Batı’da sistemin kuralları bellidir, kim devlette ne tür bir göreve gelecekse demokratik ve hukuki yapının kuralları işler ve kimsenin devletin içinde gizli ajandalarla iş yapmasına izin verilmez.
Ancak Türkiye ve Ortadoğu gibi hukukun yeterince kurumsallaşmadığı ülkelerde farklı ideolojik yapılar, din eksenli tarikatlar, cemaatler hem devletteki siyasal gücü ele geçirmek, hem de rant dağıtımında söz sahibi olabilmek için istihbarat örgütlerine bile taş çıkartacak bir gizlilik içinde devleti ele geçirme planları yapabilmektedirler.
Maalesef gücü hukukla sınırlanmayan devletlerde sadece FETÖ benzeri yapılar değil, 27 Mayıs, 12 Eylül ve 28 Şubat’ta olduğu gibi devletin sınırsız gücünü kullanma cazibesine kapılan cuntacılar da aynı şekilde devleti ele geçirme sevdasıyla hareket etmişlerdir.
İşte FETÖ de demokratik hukuk devleti ilkelerinin sağlıklı işlemediği bir Türkiye ikliminde neşvünema bulmuş ve devletin kılcal damarlarına kadar sirayet ederek devleti de, toplumu da zehirlemiştir.
Fetullah Gülen’in yıllar önce söylediği “Senin iktidar dediğin şey nedir, ben yirmi yaşımda onu devireceğimi, yerine başkasını kuracağımı planlamış insanım...” sözlerini okuduğunuzda, ‘devleti ele geçirme’ hayallerinin nasıl marazi bir ruh halinin ürünü olduğunu daha net olarak görmek mümkün.
Galiba bir daha böyle bir ihaneti yaşamamak için öncelikle, devleti ‘ağzı dualı-alnı secdeli’ bürokrasi kriterinden kurtarmamız gerekiyor. Artık hepimiz biliyoruz ki 15 Temmuz’daki gözü dönmüş FETÖ’cülerin devlet içinde bu kadar pervasızlaşmalarının temelinde bu yanlış kriter yer almaktadır.
Oysa kurallara göre işleyen normal devletlerde hukukun ve liyakatin dışında hiçbir kriterin geçerli olması mümkün değildir. Maalesef bugüne kadar düzgün işleyen bir hukuk sistemi oluşturamadığımız ve de ‘işi ehline emanet etme’ ilkesini yeterince içselleştiremediğimiz için, bütün kurumsal yapılarımız ya ideolojik zihin yapılarına, ya alnı secdeli tercihlerine ya da ahbap-çavuş ilişkilerine göre şekillenmiştir.
Bu yüzden de darbelerden ve 15 Temmuz’daki gibi ihanetlerden bir türlü kurtulamıyoruz.