Müslüman dünyada adaletin nasıl bir görünüm arzettiğini anlayabilmek için öncelikle Batı dünyasındaki adalet anlayışına kısaca bakmakta yarar var.
Batı kültürünün ve ideallerinin belirlediği dünyada adalet herkesi memnun edecek bir düzeyde midir mesela…
Geniş kapsamlı bir perspektiften bakıldığında bugünkü küresel dünyanın adil bir dünya olmadığı söylenebilir. Özellikle de refahın paylaşılması noktasında kıtalararası derin bir uçurumun olduğu muhakkak. Zira biliyoruz ki gelişmiş dünyada aşırı bir refah iklimi yaşanırken, dünyanın fakir bölgelerinde insanlar açlık ve hastalıkla mücadele ediyorlar.
Ancak tek tek gelişmiş demokratik ülkelere baktığımızda, kendi içlerinde refahla birlikte evrensel hukuk normları temelinde ‘hukukun üstünlüğü’ne dayalı bir adalet sistemi inşa ettikleri de bir gerçek. Kuşkusuz özellikle kıtalararası yaşanan eşitsizliğin, adaletsizliğin altını çizebiliriz, ancak bu durum Müslüman ülkelerin en azından kendi içlerinde neden güçlü bir adalet sistemi kuramadıklarını izah etme konusunda yeterli veri oluşturmamaktadır.
Müslüman dünyadaki fıkıh alimlerinin, İslam siyaset teorisyenlerinin her vesileyle dillendirdikleri gibi Kur’an’da adalet düşüncesinin hiçbir itiraza mahal bırakmayacak şekilde güçlü bir temele dayandığı, dolayısıyla Müslümanların adalet konusunda Batı’dan geride olmadığı söylenebilir. Evet İslam’da güçlü bir adalet düşüncesi vardır, ancak ne yazık ki ‘adalet’ kavramı yüzyıllar içinde ete kemiğe büründürülerek modern zamanlarda rasyonel bir teoriye dönüştürülememiştir.
“Ne klasik dönemde ne de modern dönemde bizim coğrafyamızda adına teori denilebilecek bir adalet anlayışı ortaya konmamıştır. Siyasetname kitaplarında adalet, sultan ya da yöneticinin ‘adil’ olmasıyla gerçekleştirilecek kişisel bir çaba olarak sunulmuştur. Onun adaleti nasıl ve hangi yollarla gerçekleştireceği pek ortaya konmamıştır. Devletin adil olmasının tek şartı, yöneticinin adil olmasıdır. Bu kişiselleştirilmiş adalet teorisi, ne yazık ki tarihte gerçekleşmediği gibi bugüne miras olarak aktarılmamıştır. Adalet deyince Hz. Ömer başta olmak üzere kimi seçkin halife ve sultanların kısmi ve şahsi hikayelerini anlatmak marifet olmuştur. (Prof. Dr. Kadir Canatan, Yetkin Düşünce, sayı: 15)
İşte tam da bu yüzden Müslüman ülkelerin yöneticileri her vesileyle bolca Hz. Ömer’in adaletinden, Kur’an’ın adaletle ilgili önerisinden, ‘Nas’tan söz ederler ama uygulamada ‘Nas’ değil, otokratik kurallar geçerlidir.
Nitekim İslam toplumlarının tarihsel süreç içerisinde ortaya koyduğu yönetim tecrübeleri de göstermiştir ki kurumsal bir hukuk sistemi inşa edilemediği için İslami yönetimlerin hemen tamamında adaletin tecelli edebilmesi Kur’an’ın tarifiyle değil, sultanın ya da padişahın lütfuyla mümkün olmuştur.
Evet dinin “kurucu metinleri” elbette önemlidir, ancak hukuk, adalet gibi kavramları hiçbir güncellemeye tabi tutmadan ilk metinsel haliyle bugüne taşırsak, dinle günümüz dünya gerçeklikleri arasında bir çatışmaya vesile oluruz ki buna hakkımız olmamalıdır.
Çağımızdaki Müslüman toplumların yaşadığımız dünyanın gidişatına ve değerlerine duyarsız kalması mümkün olmadığına göre, inandıkları dini hakikatlerin toplumsal uzlaşıyı engelleyici değil, tam aksine toplumların hayatını iyileştirici bir rol üstlenmesine katkı sağlamalıdırlar. Zira Prof. Dr. Ali Bardakoğlu Hoca’nın da altını çizdiği gibi, “Hukuk ve siyaset, şekil ve yapı olarak vahyin ve dinin değil, aklın ve bireysel tercihlerden oluşan toplumsal iradenin ürünüdür. İslam’la demokrasiyi birbiriyle yarışan iki alternatif tez değil, aynı zeminlerde gelişen fakat birbirini destekleyen iki ayrı olgu olarak görmek, mutlakiyete ve saltanata din adına değil, özgürlük tutkunu bir birey olarak karşı çıkmak gerekir.” (Yüzleşme, s. 129)
Kabul edelim ki dini metinler, günümüz Müslüman toplumlarının kanunlarında doğrudan bir kaynak değildir. Her ne kadar bu durum dindarlar açısından kabulü zor gibi gözükse de aslında hukukun ve siyasetin oluşumunun pozitif hukuku üreten yapılara bırakılması hem dini tartışma alanının dışına çıkaracak hem de toplumsal anlamda genel bir uzlaşı kültürünün oluşumuna önemli katkılar sağlayacaktır.
Kısacası Müslüman dünya, din kaynaklı bir hukuki yapı oluşturmak gibi ütopik hedeflere yönelmek yerine, dini değerlerle demokrasiyi yarıştırmadan daha ‘dünyalı’ ve de evrensel hukuk normlarına dayalı adil bir sistem oluşturmak zorundadırlar. Aksi taktirde dünya durdukça otokratlardan adalet beklemeye devam edeceklerdir…