Şu bir gerçek ki bugün itibariyle derin bir ekonomik kriz ve yoksulluk yaşıyoruz. Özellikle son beş yılda bütün gelişmiş dünyanın uyguladığı rasyonel ekonomik kurallara riayet etmedik ve hiçbir ekonomik gerçeklikle izahı mümkün olmayan fantastik modeller denedik ve sonunda ekonomik anlamda duvara dayandık. Bu yüzden de şimdi rasyonel ekonomiye dönmeye çalışıyoruz.
Ama biliyoruz ki bu çıkmaz sokağa sadece hayali ekonomik modellerle gelmedik. Aslında ülke olarak daha derin bir krizimiz var, hukuksuzluk… Zira ekonomik anlamda güçlü olabilmek ve refah toplumunu oluşturabilmek için öncelikle evrensel hukuk normlarına dayalı bir ‘hukuk devleti’ne ihtiyaç bulunmaktadır.
Esas itibariyle iktidar dahil, hemen herkes hukuk sistemimizin giderek kan kaybettiğini, bu yüzden de adalete güvenin sarsıldığını çok iyi biliyor.
Nitekim şu anda iktidarın, hatta ülkenin tek hakimi, tek söz sahibi olan Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan farklı zamanlarda yaptığı açıklamalarda adaletin öneminin altını çiziyor ve “devletin dini adalettir” şeklinde değerlendirmelerde bulunuyor.
Geçtiğimiz günlerde ‘Adli Yargı Hakim ve Cumhuriyet Savcıları ile İdari Yargı Hakimleri Kura Töreni’nde konuşan Erdoğan adalet konusunda net mesajlar verdi: “Her şeyden önce adalet, içinde yaşadığımız evrenin ruhudur. Şayet bu ruhu kaybedersek diğer hiçbir şeyin anlamı kalmaz. Nitekim insanlık tarihine baktığımızda adalet temelinde yükselen toplumların güvenlik ve refah içinde yaşadığını, adaletin kaybolduğu toplumların da kısa sürede yıkılıp gittiğini görürüz.”
Ama gelin görün ki ülkede işleyen hukuk sistemi, tam da cumhurbaşkanının işaret ettiği tehlikelerle örtüşen bir görüntü arz ediyor. Ve kelimenin tam anlamıyla ‘adalet’ konusunda ruhumuzu kaybetmiş bulunuyoruz. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da ifade ettiği gibi hızla ‘adaletin kaybolduğu’ toplumların akıbetine doğru ilerliyoruz.
Oysa bugün hala bir anayasamız var ve demokratik ülkelerin anayasalarından da hiç geri değil. Ama ne yazık ki bizim iktidarımız da yargı kurumları da var olan bu anayasanın kararlarına uymuyor, daha da vahim olanı anayasayı askıya almış durumdayız.
Anayasanın 153. Maddesi çok net bir şekilde, Anayasa Mahkemesi’nin kararlarına yürütme dahil, bütün alt mahkemelerin uymak zorunda olduğunu hükme bağlamasına rağmen, yürütme de yerel mahkemeler de açıkça anayasaya meydan okuyor ve açıkça anayasa suçu işliyor.
Evet cumhurbaşkanı sık aralıklarla adaletin önemine vurgu yapıyor ama aynı zamanda Anayasa Mahkemesi’nin ve Danıştay’ın verdiği kararları bir bakıma itibarsızlaştırarak yargı kurumlarına da meydan okuyor.
Mesela Danıştay’ın 415 hakim ve savcının göreve iade karını eleştiren Erdoğan, hem Danıştay’a hem de AYM’ye şu sözlerle yükleniyor: “Nasıl ki Anayasa Mahkemesi’nin aldığı bazı garip kararlarda Cumhur İttifakı olarak tepkisiz kalmıyorsak, bunda da sessiz kalamayız. Ayrıca Anayasa Mahkemesi’nin almış olduğu bu kararları hazmedemiyorum. Danıştay zaman zaman yapıyor, bu tür kararlarla bizi rahatsız ediyor ama Anayasa Mahkemesi’nin sık sık bu tür kararları alması bizi ciddi manada rahatsız ediyor.”
Şimdi hakkaniyetle oturup düşünelim, bu ülkede gerçek anlamda adaletin tecellisini mi istiyoruz, yoksa ‘söz dinleyen-itaat eden’ yargı mı?
Eğer var olan mevcut anayasaya bile uymayacaksak, her gün ne yeni anayasa sloganları atarak ne de ‘Hz. Ömer adaleti’ hamasetiyle milleti de kendimizi de boşuna yormayalım.
Unutmayalım ki kendi halkımızın bile güven duymadığı bu yargı sistemiyle, gelişmiş dünyanın Türkiye’ye ‘güven’ duymasını sağlayamayız.
Bu güveni sağlayamadığımız sürece de Mehmet Şimşek’in rasyonel ekonomide yol alabilmek için yabancı yatırımcıyı ve finans çevrelerini ikna etme çabalarını boşa harcamış oluruz.
Kimse kusura bakmasın, kendi anayasasını bile tanımayan bir yargı sisteminin var olduğu bir ülkeye dünyanın hiçbir aklı başında ülkesi de yatırımcısı da asla güvenmez ve sonuçta biz şimdi olduğu gibi kendi fukaralığımızda baş başa kalırız…