Türkiye son iki-üç yıldır tarihinin en derin yoksulluğunu yaşıyor. Her ne kadar seçime giderken popülist hamlelerle bu ağır buhran makyajlanmaya çalışılsa da toplumda yaşanan dramatik görüntüler meselenin vahametini net olarak ortaya koyuyor.
Bazı gazeteler Türkiye’de yaşanan bu dramatik görüntülerin üzerini örtmeye çalışsa da çocuklarının yeterli beslenmesini sağlayamayan, ceplerine harçlık koyamadığı için mahcup bir şekilde hüznünü kendi içinde yaşayan ailelerin acı gerçeğini ne yazık ki değiştirmeye yetmiyor.
İnsan bu görüntüleri seyrederken, ister istemez acaba iktidar cenahı derin ekonomik kriz gerçeğini gizleme telaşıyla “Aç olduğunuzu sakın kimseye söylemeyin” demeye mi çalışıyor diye düşünmeden edemiyor.
Kim bilir belki de her şey güllük-güyibtanlıktır, biz yanılıyoruzdur… Nitekim Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan Türkiye’nin değil, esas yoksulluğun Avrupa’da yaşandığını söyleyerek mutlu bir Türkiye resmine işaret ediyor. Erdoğan, The Economist’in kendisiyle ilgili kapağını eleştirirken diyor ki “Millet sokakta aç, açık… Ne yapacaklarını bilmiyorlar. Fransa öyle, İngiltere öyle, Almanya öyle…”
Kimse kusura bakmasın ama bu resimde bir eksiklik var. Nasıl oluyor da biz fakirleşirken Avrupalılar aç kalıyor, doğrusu anlamak mümkün değil.
Evet Avrupalıların aç ve açıkta olduğunu belirten ifadeler cümle içinde güzel duruyor da ne hikmetse bunlar bizim yaşadığımız yoksulluk gerçeğini değiştirmeye yetmiyor.
Hakkını yemeyelim, TUİK enflasyonu kağıt üzerinde gerçekten güzel düşürüyor ama bunun mutfaktaki yangına bir faydası yok. Birleşik Kamu İş Konfederasyonu'nun ocak ayı Açlık-Yoksulluk Araştırması’na göre; dört kişilik bir ailenin açlık sınırı bir önceki aya göre 737 lira artış göstererek 9 bin 769 liraya yükselerek yeni asgari ücreti şimdiden geçmiş bulunuyor.
Diyelim ki annesinin karne hediyesi olarak et aldığını söyleyen çocuğun haberi mizansen haber...
Peki ucuz et alabilmek için sabahın erken saatlerinde evden çıkıp Et ve Süt Kurumu marketlerinin önünde kuyrukta bekleyen vatandaşların feryadını nasıl gizleyeceğiz? Ankara Kızılay’daki marketin önünde saatlerce sıra bekleyen bir vatandaş diyor ki: “Bizi yönetenler burada gelip durumumuzu görebiliyor mu? Sabahın köründe buraya gelmişim et kuyruğunda bekliyorum, neden? Birer kilo veriyorlarmış, onu alıp gideceğiz. Yıllarca çalıştım, ülkeme hizmet ettim. Bunu mu hak edecektim?”
Hal böyleyken AK Partili bakanların, vekillerin krizin altında ezilen insanların gözlerinin içine baka baka ‘mutluluk hikayeleri’ anlatmaları, açıkçası çok incitici bir durum. Galiba fukaralık onların mahallesine hiç uğramıyor, bu yüzden de hep gözlerinin içi gülüyor ve de çok mutlular… Maliye Bakanımız, “Türkiye’de enflasyon çok yüksek” diyen yabancı ülkenin bir bakanına “Bakın ben bu enflasyonla sokağa çıkabiliyorum. Siz yüzde 10’luk enflasyonla sokağa çıkamıyorsunuz” dememiş miydi?
İşte esas dramatik olan da bu, yolun başında hiçbir ayrımcılık yapmadan ülkenin bütün renklerini, farklılıklarını, değerlerini kucaklayan AK Parti maalesef bugün toplumun bir bölümünü ‘illet-zillet’ benzeri zehirli bir siyaset diliyle ötekileştiren, insanların yaşadığı acılar ve yoksulluklar karşısında duyarsızlaşan bir noktaya gelmiş bulunuyor.
Esas itibariyle AK Parti geniş toplum kesimleriyle arasındaki en değerli varlığı olan gönül bağlarını kaybettiği için artık empati yapma gereği duymadığı gibi, insanlara karşı umursamaz tavır sergilemekte de bir beis görmüyor.
Bir taraftan “Kuru ekmek bulduğunuza şükredin”, “Aç olduğunuzu söyleyerek fitne çıkarmayın” edasıyla üstenci bir bakış sergilerken, bir taraftan da toplumu ‘itaat’e ve şükretmeye çağırıyor.
Bu bağlamda AK Parti Ordu Milletvekili Şenel Yediyıldız'ın Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı överken "Ayakkabısını elimizle yalamamız lazım" sözleri açıkçası hepimizin yüzünü kızartıyor.
Umutsuzluğa kapılmak gerekmiyor belki ama, Allah’ın verdiği aklı kullanma melekelerini kaybetmiş, bu itaatçi anlayışla modern bir demokrasiyi nasıl inşa edeceğiz, doğrusu endişelenmemek mümkün değil.