Son bir yılda Türkiye’nin dış ticaret açığı 100 milyar dolara ulaştı. Sadece Eylül ayındaki açık 10,4 milyar dolar. Uykularımız kaçsa yeridir.
Soru: Türkiye niçin 100 milyar dolar dış ticaret açığı veriyor?
Cevap: Çünkü hak ettiğinden fazla tüketiyor ve satacak malı yok. İmalat Sanayi istatistiklerine bakıldığında, çok büyük bir atıl kapasite görülmüyor. Makul en yüksek kapasite kullanım oranlarında bile net ihracat (ihracat-ithalat) aylık iki milyar dolar artamıyor.
Soru: Peki Türk sanayisinin niteliği, kapasitesi ve verimliliği niçin bu kadar düşük?
Cevap: Çünkü 2002 – 2011 dönemi yanlış para politikaları ile Gümrük Birliği el ele vererek sanayinin niteliğini ve büyüme hızını düşürüp tahrip etti.
2002 – 2011 döneminin para ve maliye politikalarını eleştirince, hem hükümet hem de muhalif analistler, sanki ellerinden “Nobel iktisat ödülünü” almışım gibi bana bozuluyorlar.
Niçin?
ÖRNEKLERLE ANLATIM
2001 yılında bir doların 1,50 TL ettiği dönemde, varsayalım ki bir sanayici bir malı 10 dolara üretip 12 dolara yani 150 TL’ye üretip 180 TL’ye satıyor olsun.
İki yıl sonra, 2003 yılında bir dolar 1,42 TL’ye düştü ve aynı dönemde enflasyon da %50 arttı. Bu durumda üretilen ürünün maliyeti 225 TL’ye yükseldi fakat satış fiyatı da 170 TL’ye düştü.
2007’de dolar kuru 1,18’e TL’ye ve altı yıllık birikimli enflasyon % 120 arttığı için zararın boyutları çok arşa yükseldi.
2011’e kadar bu böyle sürüp gitti.
Elbette hiçbir sanayici bu kadar çok zarara uzun süre dayanamaz.
Sanayiciler tedbir olarak,
1) Önce kendi bünyelerinde “maliyet yönetimi”yle verimliliklerini artırmaya çalıştılar.
2) Bu krizin kısa sürede sona ereceğini “umarak” ellerindeki bütün nakitleri şirketlerine koydular, yetmedi; daha önce kazandıklarıyla aldıkları bina ve arsaları da satıp sermayeye eklediler, yine yetmedi.
3) Yurtiçinde üretilen hammadde ve ara mal alımlarını önce azaltıp sonra da durdurdular ve en sonunda tamamen ithalata yöneldiler.
4) Akıllı sanayiciler fabrikayı depoya çevirip tamamen ithalatçı oldular. Hatta bir kısmı, ithal ettikleri ürünlerin etiketini değiştirip ihraç etmeye çalıştılar.
5) Sonunda, makine ve teçhizatlarını yurt dışına sattılar.
6) Hiçbir tedbir almadan direnen sanayiciler de iflas etti.
Bu süreçler 2007 yılında bitmedi. 2011 yılına gelindiğinde “dolar” on yıl önceki seviyesi olan 1,50 TL’ye henüz ulaşabilmiş ve akıllı “sanayiciler ithalatçıya dönüşmüştü”.
Soru: Bir ülke sanayisinin, on yıl boyunca yanlış kur ve para politikalarıyla yok edilmesinden daha büyük bir musibet ne olabilir?
Peki, bu kadar basit bir matematiği bile dikkate almayan, hükümet, bir kısım muhalefet ve muhalif iktisatçılar bana niçin kızıyor?
2002 yılında Ak Parti hükümeti kurulduğunda Türkiye’nin dış borcu 130 milyar dolardı, öve öve bitiremedikleri 2002 - 2013 döneminin sonunda Türkiye’nin dış borcu 400 milyar dolara çıkmıştı.
Bir ülkenin sanayileşme çabalarının kökünü kurutup, 400 milyar dolarlık dış borcun altına sokmaktan daha büyük kötülük ne olabilir?
Uluslararası sermayenin doları 1,50 TL’den satıp hazine tahvili alması ve çıkarken doları 1,20’den satın alması ve bu sayede beş yıllık getirisinin %100’leri aşması yani ülke kaynaklarının yabancı sermayeye soydurulması kötü bir şey değil mi?
Peki, bunları söylediğim için bu arkadaşlar bana niçin kızıyor?
Bugün dış borçlara bağımlılık nedeniyle yaşanan devalüasyon-enflasyon-yüksek faiz döngüsü sürekli yeni krizleri tetikliyorsa, sebebi 2011 yılından önceki isabetsiz para politikalarıdır.
2013’ten sonraki dönemde kurulan Hükümetler, sorunları tam kavrayamadıkları için 2002 -2011 döneminde yapılanları tekrar edip “aynı başarı”yı elde etmek istediler.
Fakat bu imkânsızdı.
Aşırı borçlanmanın ilk yılları tatlı, sonrakiler zehir olur, borçluya.
Peki, toplumun büyük çoğunluğu 2002 - 2011 dönemindeki başarılar hakkında yanılıyor mu?
2002 - 2011 dönemimdeki para ve maliye politikalarının bütün toplum tarafından “tasdik ve takdir” görmesi bir yanılsama mı?
Haşa.
Tam tersine.
Bu dönemde öyle “göz kamaştırıcı başarılar” elde edildi ki “analitik beyinler” bile ilave sorgulamalara gerek görmeyip alkışlamakla yetindiler.
Çelişkili bir anlatımın oluştuğunun farkındayım.
Zaten bütün mesele burada.
Kısa vade de ışıltılı gibi görünen başarıların orta ve uzun vadede nasıl bir felakete dönüşebileceğini anlatmaya çalışıyorum.
GÖZ KAMAŞTIRICI BAŞARILAR
Acaba yukarıda anlattığım “ışıltılı zehir” hangi şekere sarılıp satılıyordu?
Nasıl olur da hem hükümet, hem muhalefet çevreleri 2003 - 2011 döneminin parlak ve başarılarla dolu olduğu konusunda ittifak edebiliyorlar?
1) Çünkü 1970’lerde yükselmeye başlayan ve bir türlü düşürülemeyen enflasyon oranları 2003 - 2016 döneminde ortalama olarak %8’lere düştü.
2) Bir diğer başarı alanı Maastricht Kriterlerinde yaşandı. Bu Kriterlere göre, bütçe açığı GSYH’nın %3’ünü ve kamu borçları da GSYH’nin %60’ını aşamıyor.
Gerçekten de %72 olan Kamu Borçlarının GSYH oranı, 2013 yılında %36’ya ve %17 civarında olan Bütçe Açıkları da %3’lerin altına düştü.
3) Kamu Borçları için ödenen faizlerin, bütçe içindeki payı 2003 yılında %41’di. Bu oran 2013 yılında %12’lere düştü.
4) Reel ücretler ve “satınalma gücü” neredeyse ikiye katlandı.
Başarıların sayısı gerçekten anlatmakla bitmez ve liste böyle uzar gider.
Mesela 2003 yılında GSYH 364 milyar TL ve bütçe 140 milyar TL olarak bağlanmıştı. Bu 140 milyar TL’nin 65 milyar TL’si faizlere gidiyordu.
Bu ekonomik başarı göstergelerine ilaveten, siyasi alanda da Avrupa Birliğinin istediği ve desteklediği reformlar büyük bir kararlılıkla devam ediyordu.
AB’ye Katılım Müzakereleri ciddi bir hal almıştı, vs. vs.
Peki, bütçedeki bu ışıltılı başarılar nasıl sağlandı?
Cevap: İthalat vergileri sayesinde.
2001 yılında 38,1 milyar dolar olan ithalat, 2011 yılında tam 238,5 milyar dolara yükseldi.
İthalatta alınan Fon, Gümrük Vergisi, ÖTV, KDV, vs. sayesinde hem bütçe açıkları kapandı hem de kamu borcunun GSYH’ye oranı azaldı.
İşte ben bu ışıltılı başarıları, kendiliğinden geliştiği için beğenmiyorum.
İlaveten bu “başarıları” uzun dönemli olarak değerlendirdiğimde, bu politikaların sanayiyi körelttiğini ve ülkeyi “tefeciler”in insafına terk ettiğini görüyorum.
Borç üstüne borç alarak ülkeyi bir ithalat cennetine çevirmenin sağladığı rahatlığın ebediyen süreceğini sanıyorlar.
Süremeyeceği kesindi ve kesindir.
Doğrusu bu tasdik ve takdir içeren “başarıların” çok az bir kısmı ve sadece geçici bir dönem için doğrudur.
2002 - 2011 DÖNEMİYLE HESAPLAŞMAK
2002 – 2011 döneminde uygulanan para politikalarıyla hesaplaşmadan, 2023 ve sonrasının ekonomik programı doğru bir şekilde planlanamaz.
2002 -2011 dönemini, basitçe “yüksek faiz, değerli TL ve yüksek cari açık dönemi” olarak tanımlıyoruz.
TL’ye yüksek reel faiz verildiği için yabancılar döviz bozdurup TL varlıklar alıyor ve TL sürekli değer kazanıyordu. TL değer kazandığı için yurtdışında üretilen her şey Türk Tüketicisine ucuz, yurtiçinde üretilen her şey de pahalı geliyordu.
Ne olmuştu, kısaca hatırlayalım.
2001 de yaşanan ekonomik krizi çözmek için Türkiye’ye davet edilen Kemal Derviş “Güçlü Ekonomiye Geçiş” adı altında bir program yürüttü; bu programın amacı ekonomi yönetimini yeniden yapılandırarak istikrara kavuşturmaktı.
Önce Kemal Derviş’in çıkarttığı kanunlar, ardından AK Parti hükümetlerinin yaptığı kapsayıcı reformlar ve IMF’den sağlanan fon destekleri; gerçekten de ekonomiyi yeni ve modern kurumlarla yapılandırdı ve istikrarı sağladı.
18 ay bilemediniz en çok iki yıl sürmesi gereken istikrar programı “güçlü ekonomiye geçiş” gerçekten de başarılı oldu ve istikrar sağladı.
Fakat geçiş sağlanamadı yani ekonomi yönetimi bu istikrar programından çıkıp sanayileşme politikalarına “geçiş” sağlayamadı.
Yazı, “hükümet yanlış, muhalefet yanlış, muhalif iktisatçılar yanlış bir tek ben doğruyum” noktasına evirilmiş görünüyor ve yanlış anlaşılmaktan rahatsız oluyorum.
Dönüp kendime soruyorum, “yarın hükümet yüz milyar dolarlık, on yıl vadeli ve faizi %10 olan tahvil satsa razı olur muyum?”
Türkiye bugün bu borcu alsa, rezerv olarak tutacak ve yıllık maliyeti on milyar dolar civarında olacak.
Cevap: 450 Milyar dolar dış borcun, 100 milyar dolar ve yurtdışına ödenecek yıllık faizlerin de on milyar dolar daha artmasına razı değilim.
Çünkü “bir borçlunun daha fazla borçlandırılarak kurtulabileceğine asla inanmıyorum.”
Yani önce 100 milyar dolar dış borç ardından da 50 milyar dolar sıcak para bile Türkiye’nin toplam kredibilitesinde yüksek artışlar oluşturmaz.
Çünkü dış borç/GSYH emsalsiz bir şekilde artıyor.
Peki, hükümet, bazı muhalefet partileri ve bazı iktisatçılar böyle bir borçlanmayı niçin uygun görüyorlar?
Çünkü yabancı sermaye denilen uluslararası finansal maceraperestlere “istediğiniz zaman çıkabilirsiniz, bakın yeterli rezervimiz var” demek istiyorlar.
Benim görüşüm şudur: Türkiye’nin bir daha cari açık vermemesi için ne gerekiyorsa yapacağız sözü verilmeli ve bu söz tutulmalı. Böyle kararlı bir davranış, orta vadede, yüz milyar dolar dış borçtan daha ikna edici olur; hem de herkesin nezdinde.
Hükümet döviz kurlarını yönetemeyince ve enflasyon patlayınca, Cumhurbaşkanı ve hükümet çevreleri, “rekabetçi kur sayesinde bir daha cari açık vermeyeceğiz” mesajları vermeye başladı ve herkes bu ifadeye güldü.
Ben inandım.
Mecburen.
Çünkü başka hiçbir yol bilmiyorum.
Bir cümleciğe sığmış “kurtuluş reçetesi” aslında, 85 milyon insanın yıllarca fedakârlık yapması anlamına gelir ve katlanılması da hiç kolay değildir.
Emtialaşmış ürünler (katma değeri düşük ürünler) ihraç eden Türkiye, orta vadede rekabetçi kur politikalarına mecburdur.
İktidarını koruma derdine düşmüş bu Hükümetten bir hayır gelmeyeceğinin farkındayım fakat muhalif analist ve partilerin isabetsiz analizleri de hiç umut vermiyor.
Fakat ya bu cari açık kapanacak ya da kapanacak, ya da kapanacak…