Mustafa Kemal ve arkadaşları sadece Kurtuluş Savaşını kazanmakla kalmadılar.
Yüzyıl önce II. Mahmut’un başlattığı ve I. Dünya savaşı esnasında bile devam etmiş olan Modernleşme/Batılaşma reformlarını çok radikal bir içerik ve görülmemiş bir hızla tamamlamaya ve uygulamaya çalıştılar.
Mustafa Kemal, reformların/devrimlerin özüne değil, hızına itiraz eden arkadaşlarını bile dinlemedi ve bazılarını yönetimden uzaklaştırdı.
Böylece, Mustafa Kemal’in tasavvur dünyasındaki reform/modernleşme/batılılaşma süreci, yüzyıl süren bir dönemin sonunda düzenleme ve kanunlarla ikmal edilmiş oldu.
Düzenleme ve kanunlarla altyapısı tamamlanan reform/modernleşme/batılılaşma hareketinin yeni hedefi de “muasır medeniyetler seviyesine yükselmek” olarak belirlendi.
ASKERİ TEHDİTLERİ DE AŞAN TEHDİTLER
Osmanlı askeri ve sivil bürokratları, kamusal görevlerine ilaveten, aynı zamanda üç kıtada hüküm süren bir ülkenin doğal aydın sınıfını da temsil ediyorlardı.
Şu ya da bu sebepten ötürü Birinci Dünya Savaşının “Düşman” devletleri, Yunanistan’ı, Türkiye karşısında yalnız bırakarak bir bakıma yenilmesini kabullendikleri görüyorlardı.
Lozan’a ve yapılan bütün reformlara rağmen Mustafa Kemal ve arkadaşları ülkenin bekasını hala tehlikede görüyorlardı.
Avrupalıların tarih anlayışı ve din tarafından şekillendirilmiş bilinçaltı Türkiye’ye yönelik bir saldırıyı çok kolay gerekçelendirebilirdi.
Avrupalıların ortak görüşünü oluşturan en az üç tehlikeli fikir akımı vardı.
Birinci tehlike, Milletleri, uygarlaşma seviyelerine göre sınıflandırma fikriydi. Bu sınıflandırma 1) barbar avcı toplayıcılar 2) savaşçı göçmenler 3) gelişmemiş tarım toplumları ve 4) uygar toplumlar olarak yapılıyordu.
Adam Smith’ten mülhem ve onlarca versiyonu bulunan bu görüşlere göre Türklerin gelişmişlik seviyesi göçebe ve tarım toplumu seviyesinde olduğu için “Uygar Toplumların” Türklere, “destek ve müdahalesi” bir sürpriz sayılmazdı.
Bu sınıflandırmanın ima ettiği tehditler yetmiyormuş gibi “ırk esasına dayalı” milletler sınıflandırması fikri de her geçen gün gelişiyor ve kabul görüyordu. Bu anlayış Türkleri, sarı ırka mensup mongoloid bir millet olarak görüyordu.
Hem göçebe ve tarım toplumu hem de sarı ırka mensup olma ithamları, Türkiye’ye her tür müdahaleyi meşrulaştırma işlevi görebilirdi.
Estetik alandakiler dâhil Türkiye’deki reform ve modernleşme uygulamalarının çoğu Türkleri, medeni milletlerle eşit yani beyaz ırka mensup ve uygar bir toplum gösterme amacı taşıyordu.
Atatürk beyaz ırka mensubiyeti ispatlamak için, Afet İnan’a 60.000 civarında değişik kafatası ölçümleri yaptırmıştı. Görevlendirilmiş Antropologların yaptığı çalışmalara göre Türkler: “Brakisefal Alpin ırkının mükemmel bir numunesi ve kadim bir halk olduğu” yani beyaz ırka mensup olduğu görülüyordu.
RECONGUİSTA
Mustafa Kemal fetihçi iki millet olarak Arap ve Türklerin Avrupa içlerine akınlar düzenleyip işgaller yaptıklarını belirterek; saldırıya uğrayan Avrupalıların da er ya da geç karşı saldırı yapabileceğini söyler. Arapların, Avrupa’dan, İber Yarımadasından böyle bir karşı saldırıyla (reconguista) atıldığını ima eder.
Anadolu ve Trakya’nın da “Yunan ve Roma Toprağı” olduğu iddiası da, bir “reconguista” saldırısının gerekçesini oluşturabilirdi.
Zihinlerin büyük bir tehdit olarak gördüğü üç olguyu tekrar hatırlayalım: Türkler göçebe ve tarım toplumudur, sarı ırka mensuptur ve Roma İmparatorluğu toprakları üzerinde işgalcidir.
Edward Said’in Oryantalizm ve Wael Hallaq’ın Şarkiyatçılığı Yeniden düşünmek adlı kitaplarını okuyanlar, bu tehdit algılarının yerindeliği ve haklılığını teslim edeceklerdir.
Bu üç argümanın oluşturabileceği saldırı ihtimalini ortadan kaldırmak için Türklerin, Medeniyet Kurmuş bir millet olduğunu hatta Avrupa’daki medeniyetlerin, neolitik dönemde Orta Asya’dan gelen Türkler tarafından kurulduğunu ispatlamaları için dil bilimcilere, tarihçilere ve antropologlara görevler verildi. Bir bakıma Türk Medeniyetini, “medeniyet inşa ve ihraç eden en yüksek bir medeniyet” olarak betimliyordu.
Atatürk sadece yeni bir tarihi anlayışıyla yetinmedi ve bütün dillerin Türkçeden neşet ettiğini gösteren Güneş Dil Teorisi adında bir teori de geliştirdi.
Atatürk’ün tarih anlayışı başta Hitit ve Sümer medeniyetleri olmak üzere Anadolu’da kurulmuş ve Helen olmayan pek çok medeniyeti, Türk Medeniyeti olarak kabul ediyordu.
Bütün bu teorik çalışmaların en önemli sebebi “Yunan ve Romalılara ait olduğu iddia edilen Anadolu ve Trakya topraklarının Türklere ait olduğunu; Helenler ve Romalıların (Bizans) işgalci olduğunu” tarihçilere ispatlatmaktı.
Bilimsel olmaya çalışan bu antropoloji ve tarih çalışmaları Türkleri, Roma ve Helen topraklarını işgal edenler olarak değil, “İşgal altındaki Türk Yurdu olan Anadolu ve Trakya topraklarını Romalılardan geri alanlar” tanımını ve fikrini yerleştirmeye yönelikti.
Arkeoloji, dilbilim ve tarih alanında yapılan bütün çalışmalar “Atatürk’ün Dil ve Tarih Anlayışı” olarak kabul edilmiştir.
ATATÜRK VEFAT EDİYOR VE TEORİLERİ BUHARLAŞIYOR
Atatürk’ün vefatından önce “devletin bekasını garanti ettiği sanılan” bu irrasyonel ve bilimsel olmayan “resmi devlet görüşleri” Atatürk’ün vefatından hemen sonra neredeyse tamamen terkedilmiştir.
1939 yılında toplanan ve Osmanlıyı selef olarak tanımlayan Tanzimat’ın 100. Yılı Kongresi ve Hasan Ali Yücel’in tercüme ettirdiği Şark İslam ve Batı Klasikleri benzeri gelişmeler, Atatürk’ün “Dil ve Tarihe dair fikirlerini” adeta bir daha dirilmemek üzere toprağa gömmüştür.
Fakat ülkeyi kurtaran, rejimini değiştiren ve modernleştiren Atatürk’e olan sevgi ve saygı devam etmiştir.
Bir Türkçü/Batıcı/Bilimci olan Atatürk vefat edince onun “Benzersiz Türkçü Fikirleri”nin adeta buharlaştığı doğrudur. (Atatürk, “Turancı” anlamlarını da içeren bir Türkçü değildi hatta Turancı Türkçüleri imkânsızın peşinde koşanlar olarak değerlendirmiştir.)
Öte yandan Cumhuriyet dönemi bürokrat, aydın ve ileri gelenleri yani bugün Beyaz Türk olarak adlandırılanların dedeleri, Türkçü olmayan hatta Türkçülüğe karşı olan fakat “Bilimci ve Batıcı” Atatürk’ün bu alandaki bazı özelliklerini abartarak ve geliştirerek tabir yerindeyse yepyeni Atatürk’ler inşa etmişlerdir.
Vefatından sonra başlayan kurmaca Atatürk tarifleri bugünde devam ediyor. Neredeyse her zümre, başkalarının Atatürk’üne hiç benzemeyen kendi Atatürk’ünü yarattı dense, abartılı olmaz.
Atatürk Osmanlı ve Selçukluları Orta Asya’dan gelen “fetihçiler” oldukları ve fetihçiliğin, Türkiye’nin bekası konusunda ters tepme ihtimalinden tedirgin olduğu için kendi tarih teorisinde görmezden gelmeyi tercih etmiştir.
Anadolu Medeniyetleri ve Neolitik Çağ Orta Asya Türkçülüğü özellikleri iptal edilen Batıcı ve Bilimci bu Atatürk anlayışı, başta CHP’liler olmak üzere herkes tarafından terk edildi.
Böylece kendilerini “Anti Türkçü/Atatürkçü/Kemalist/Batıcı/Bilimci/Din Karşıtı olarak tanımlayan çok geniş bir zümre, varoluşlarını temellendirecek sosyolojik ve tarihi söylemlerden mahrum kalmıştır.
Fakat hiçbir topluluk, tarihsiz olarak var olamayacağı için bu topluluk hemen kendilerine “inkılap tarihi” adıyla maruf 15-20 yıllık bir dönemi kapsayan “resmi bir tarih inşa” etmişlerdir.
Fiiliyatta, bu kısa ve kısır inkılap tarihçiliği bugün de paralel, tamamlayıcı ve ideolojik bir tarih anlayışı olarak devam edebiliyor.
Öte yandan tek parti döneminde, Türkçülük düşünceleri ve İttihadı İslam fikrinin savunucuları dindarlar ve İslamcılar, gayri resmi ve daha kapsayıcı tarih anlayışlarını adeta yer altında ve muhalif bir ideoloji gibi geliştirmeye ve yaymaya devam etmişlerdir. Ziya Gökalp’in fikirlerine geri dönüp Türkçülük ve Türkçüler konusuna devam edeceğiz.