Osmanlı Devletinde padişahlar kendilerini “adil bir vasi” addederlerdi.
II. Meşrutiyetin ilanıyla birlikte, devleti yönetme gücü bürokrasiye geçince, padişahlar, fiiliyatta, hükümetlerin manevi vasilerine dönüştü.
Mustafa Kemal Anadolu’ya geçince, bütün Anadolu bürokrasisi yani devlet de Mustafa Kemal’in emrine girmişti.
I.Dünya savaşının ardından Rusya, Avusturya ve Almanya’da monarşiler lağvedilip her türlü vesayet hakkının, halklara ve onların temsilcilerine devredildiği görülünce; Kurtuluş Savaşının ardından Osmanlı Bürokrasisi de saltanatın lağvedilebileceğine karar verdi.
Önce saltanat, ardından, içeriğinde örtük olarak saltanatı da barındıran Hilafet Kurumu ilga edildi.
Artık hükümetlerin yeni vasisi Reisicumhur Mustafa Kemal olmuştu. Onun ölümünden sonra da İsmet İnönü. Yönetim şeklinin değişmesiyle de 1960’a kadar Celal Bayar.
1960 yılında darbe yapan ve kendini devletin gerçek sahibi addeden Cumhuriyet Bürokrasisi, yeni bir anayasa, çift meclisli bir parlamento, yüksek yargı organları vs. ihdas ederek bürokratik vesayet sistemini başlattı.
Ancak bu vesayet tipinin yarattığı kargaşa ve toplumsal bölünmeler, bu anayasanın 20. yılında yapılan 12 Eylül askeri darbesiyle sona erdirildi.
Darbeci askerler kargaşadan uzak ve basit bir vesayet rejimi kurmak için yürütme erkini önceleyen bir anayasayı yürürlüğe soktu. Liderleri de 1989 yılına kadar yönetimi gözetlemek için görevde kaldı.
Ardışık olarak Özal, Demirel ve Sezer Cumhurbaşkanı oldu; vesayet devam ederken, Ak Parti her türlü engeli aşarak, önce Abdullah Gül ve Recep Tayyip Erdoğan’ın da Cumhurbaşkanı olmasını sağladı.
15 Temmuz darbesinin püskürtülmesiyle, vesayetin tarihinde yeni bir yol ayrımına gelindi.
Bütün vesayet odaklarını yenilgiye uğratıp, ülkenin geleceği ve halkın refahı konusunda tek söz sahibi konumuna yükselen Başkan Erdoğan’ın kendini, güçlü ve adil bir vasi gibi hissettiği kesin. Bu konumunu hakkaniyetli bir anayasa uğruna, halka devretmeyeceği de çok açık.
Bazıları, “bu toplum hiçbir zaman vasisiz var olamamış; şimdi de bir vasiye ihtiyacı var ve halkın seçtiği Cumhurbaşkanı, pekâlâ devlete vesayet edebilir”, diyebilir.
Vesayet tarihimizin olay ve olguları, halkımızı bilinçlendirmiş olmalı; bir daha asla, bir kişi ya da grubun “vesayet tasmasına” boynunu uzatmaya gönüllü olmayacağını umuyorum, iyimserlikle.
HAKKANİYET
Özgürlükçü, eşitlikçi ve hakkaniyetli bir nizam oluşturmanın yolu, kimsenin kimseyi ezemeyeceği bir düzeni, adli mekanizmalar ve yasal güvencelerle oluşturmaya çalışmaktır.
Bu nizamın ekonomik boyutunda da, işi rast gitmeyen her vatandaşı ekonomik ve hukuki alanda, kamunun desteğiyle yarışın başlangıç noktasına getirmeye çalışmaktır.
Mesela serveti yüksek olanlar ve fazla kazananlar artan oranlı vergilendirilerek; mülksüzleşmiş, az kazanan veya hiç kazanamayanlara, anayasal bir hak olarak, kaynak aktarılabilir, vs.
JOHN RAWLS’IN VERDİĞİ İLHAM
Peki, bu anayasayı kim ve nasıl yazacak?
Amerikan siyaset düşüncesinin en ünlü ve en özgün düşünürü John Rawls’ın yöntemi bize ilham kaynağı olabilir.
Bu yöntemin önerisi, yeni bir anayasanın yazılacağı bir “başlangıç anında” (point of orijin) bu anayasayı yazacak olan heyet üyelerinin, hafızasının, “bilinmezlik perdesi” (veil of ignores) yoluyla silinmesidir.
Yani hiçbir üye anayasayı yazarken, gerçek hayatta kim olduğunu hatırlayamayacaktır.
Türkiye şartlarına uyarlarsak, heyet üyeleri zengin, Türk ve Sünni olabileceği gibi yoksul, Roman ve Alevi de olabilir. Ünlü bir futbolcu, Kürt veya Türk milliyetçisi olabileceği gibi, engelli, gayrimüslim ve kadın da olabilir.
Böylece yeni bir Anayasayı yazanların, bu bilinmezlik perdesi sayesinde özgürlükçü, eşitlikçi ve hakkaniyetli bir toplumsal sözleşme yazabilecekleri umulur.
2011 yılında mecliste grubu bulunan dört partinin üçer üyeyle oluşturduğu Anayasa Uzlaşma Komisyonu da yukarıdaki yöntemden ilham almış olabilir.
Hayıflanmak için çok geç fakat her şey bitmiş sayılmaz; “millet ittifakı” çeşitlilik bakımından toplumun geniş bir kesimini temsil ediyor, uzlaşırsa, iyi bir anayasa yazma ihtimali olabilir.
Fakat…