İhracattan, turizmden, nakliyatçılıktan, yabancılara şirket ve gayrimenkul satışından ve diğer döviz getirici iş ve işlemlerden elde edilen bütün döviz gelirleri; ithal edilen yani yurtdışından alınan mal ve hizmetlerin parasını ödemeye, bugüne kadar yetmemiştir ve yetmiyor.
İthal ürün bedellerini ödemek için eksik kalan meblağ, şimdiye kadar, yurtdışından borç alınarak ödenmiştir.
Son 170 yıldır, Türk iktisat tarihinin “bir numaralı konusu cari açık ve dış borçlardır” dense yeridir.
Son zamanlarda ekonomi yönetimi, mealen “bundan sonra bedeli ne olursa olsun cari denge odaklı bir iktisat politikası uygulayacağız yani kazandığımız döviz kadar ithal ürün ithal edeceğiz ve sıcak paranın Türkiye’ye gelmesi için faizleri yükseltmeyeceğiz” mesajları veriyor.
Bugüne kadar iktisat politikalarıyla ilgili ne zaman bir yazı yazsam ya da bir konuşma yapsam, bu iki olgunun, yani cari açık ve dış borçların oluşturduğu, sürdürülemez sorunlardan bahsetmişimdir.
Çünkü yabancı yatırımcı denilen sıcak para sahipleri, aslında uluslararası “üt-kaç”çı sıcak para sahipleridir ve Türkiye’ye girerken de çıkarken de sadece istikrarsızlık oluşturuyorlar:
1)Hisse senedi almaya geldiklerinde, hisse senetlerinin değeri aşırı oranda yükseliyor ve dengeler bozuluyor; çıkarken de, yani hisse senetlerini satıp toplayacakları parayla döviz alıp çıkmaya çalıştıklarında da hem hisse senetlerinin fiyatı aşırı düşüyor hem de kurlarda artış oluşuyor.
2)Aşırı miktarda hazine tahvili almaya geldiklerinde de, hem kurlar hem de TL faizler, dengeleri bozacak kadar çok düşüyor; satıp çıktıklarında da hem faizler tavan yapıyor hem de kurlar.
3)Sıcak para sahipleri, Türkiye hazinesinin borçlanma faizlerine razı olmayan ve daha fazla kazanmayı hedefleyen üt-kaç’çı, bir nevi maceraperest finansçılardır; sadece Türkiye’nin değil, bunlara güvenen herhangi bir ekonominin istikrar bulması mümkün değildir.
Özetle, sıcak para bir ülkeye, genellikle hiç ihtiyaç duyulmayan dönemlerde giriyor ve en çok ihtiyaç duyulan dönemlerde de çıkıyor; her iki durumda da ekonomilerin dengesini bozuyor; hatta bazen krizlere bile yol açabiliyor.
Sıcak paraya mahkûm olduğu için, ekonomisindeki olumsuz gelişmeler, küresel çapta, hem Türkiye’nin imajını hem de reyting notunu düşürüyor.
Hükümet çevreleri cari açık vermeyeceğiz ve sıcak parayı da yüksek faiz vadederek “davet” etmeyeceğiz demek istiyor, gibiler.
Görüntüye ve söylenenlere bakılırsa, hükümet, hayatım boyunca sorun olarak gördüğüm ve eleştirdiğim olguları çözmeye çalışıyor.
FIRSATÇI SÖYLEMLER
Peki, bu durumdan niçin rahatsızım ve hükümeti niçin eleştiriyorum?
Çünkü ekonomi yönetiminin aldığı genişlemeci kararlar ve salgın sonrası dünyada oluşan yeni dinamikler Türkiye ekonomisini, daha az ithalat ve daha çok ihracat noktasına “kendiliğinden” taşıdı; hükümet de, algı oluşturma ekipleriyle, oluşan yeni duruma “yeni bir hikâye” yazdı, olan biten bundan ibarettir.
Sayın Cumhurbaşkanımız bu anlatıyı o kadar çok benimsemiş ki, Türkmenistan dönüşünde “göreceksiniz, enflasyon, inşallah, seçim öncesi nerelere düşecek…” dedi.
Bunu da faizleri düşürerek yapacaklarmış.
Hayatım boyunca hükümetin uygulamaya çalıştığı iktisadi politikaların etkisini, hane halkı, reel sektör şirketleri, bankalar, hazine, TCMB ve hükümet bütçesi üzerinden aynı anda anlamaya çalışan bir kişi olarak; uygulanan faiz politikalarının enflasyonu coşturacağına ve hükümetin er ya da geç fakat seçimden önce faizleri artırmak zorunda kalacağına kesin bir şekilde inanıyorum.
Çünkü faiz indirmek, iktisadi faaliyetleri artırmak, yani tüketim ve yatırım harcamaları yapmak, yani daha fazla ithalat yapmak yani cari açığa giden yolu açmak demektir.
İlaveten kur artışlarına ve enflasyona sebebiyet verileceği için de finansal istikrarsızlık kaynağıdır.
TCMB ve BDDK Başkanları, banka genel müdürleriyle yaptıkları son toplantıda, muhtemelen onlardan, daha ucuza ve daha fazla kredi vermelerini “rica” ettiler.
Bankaların bu durumda, yeni bir “aktif rasyosu” felaketiyle karşılaşmamak için, ricalara boyun eğecekleri kesindir.