Müslüman Toplumların devleti yıkacak bir kargaşaya sebebiyet vermeksizin, hükümdar ve yöneticileri denetleyebileceği, dengeleyebileceği ve müzakere edebileceği; bunu sağlamak için gerekirse mücadele edeceği, ihtilafın devam etmesi halinde özerk, bağımsız ve tarafsız mahkemelerde hakkını arayabileceği bir güçler ayrılığı mekanizmanın yokluğu, iktisadi geri kalmışlığımızın temel olgularından biridir.
Müslüman toplumların kendi değerlerini ve maslahatlarını (yararlarını) gözetecekleri, “kendi kendilerini yönetme hakları” tarihin her döneminde zorbalarca gasp edilmiştir.
Bu konuları tartışmaya, Sayın Cumhurbaşkanımızın 12. Uluslararası İslam Ekonomisi ve Finansı Konferansında “İslam İktisadı” konusunda yaptığı konuşmayla başladık.
“İnsani, ahlaki ve çevreci karakteri faizi ve sömürüyü reddeden yapısıyla İslam iktisadı krizden çıkışın anahtarıdır. Geleceğin dünyasında faize ve sömürüye dayalı mevcut ekonomik sistemin yerini risk paylaşımının esas olduğu katılımcılığa bırakacağına inanıyorum.”
Bu alıntıya “Maalesef, İslam İktisadı son iki yüzyılda hiçbir şeyin anahtarı değildir çünkü böyle bir şey yoktur” diye değerlendirip konuyu kendi açımdan kapatabilirdim.
Ancak üzerinde derinlemesine düşündüğüm zaman bu ifadede sorun olarak algıladığım olgunun daha derin köklerine inmem gerektiğini anladım. O yüzden yazılar bir gazete köşe yazısının maksadını ve imkânlarını aşan boyutlara ulaştı.
İKTİSADİ FAALİYETLERİN TEMELLERİ
Bir iktisadi faaliyet “basit ve kabaca” en az “dört katmanlı” bir gerçeklikler dünyası zemininde oluşur. Bu sistemin birinci katmanında sistemi kuranların felsefesi, ahlakı, örfü ve kültürü vardır. Sistemin zihniyetini ve ruhunu oluşturarak “değerler paradigması”nı oluşturan katman bu birinci katmandır.
İkinci veya hukuki katman yazılı olsun ya da olmasın, hukuk ve gelenekler katmanıdır. Hukuk, içine değerler enjekte edilmiş kurallar bütünüdür. İkinci katman birinci katmandaki kişilerin “kurucu iktidar” olma niteliklerinden dolayı, onların değerleriyle şekillenir.
Üçüncü veya siyasi katman ilk iki katmanın işlemesini sağlayan siyasal mekanizmalar bütünüdür. Bu siyasi mekanizmalar meşruti monarşi, otoriter ve ideolojik cumhuriyetler veya halkın seçtiği katılımcı demokratik yönetimler olarak adlandırılabilir.
(Tekraren, standartlarımıza göre Emeviler’den bu yana tam bir İslami devlet standardına sahip siyasi mekanizma hiç olmadığı kanaatindeyiz.)
Dördüncü veya toplumsal katman bu üç katmanın sağladığı zemin ve çerçeve içinde gerçekleşen kaçınılmaz hayat tarzları ve iktisadi tercihlerden oluşur.
Alım-satım, mülkiyet hakları, üretim, tüketim, gelir, fiyat, sermaye, borç, kredi, bölüşüm ve gelir dağılımı kavramları iktisadi faaliyetlerin konusudur. Bu iktisadi faaliyetler hem kamu hem de özel kesimdeki kişiler, şirketler ve kurumlar aracılığıyla yapılır.
Bu sistemi düzenleyen ekonomik ve finansal kurumlar: TCMB, SPK, BDDK, TMSF, GİB vs.
Türkiye özel teşebbüse de izin veren bir ülkedir. Bir işletme kurulurken ve kurulduktan sonra şirketler, ticaret, borçlar, medeni, vergi hukuku ve diğer pek çok düzenlemeye tabi olur. Hiçbir iktisadi işlem başta Anayasa olmak üzere yürürlükteki kanun ve düzenlemelere aykırı olmamalıdır.
Fakat başta Anayasa olmak üzere iktisadi faaliyetlerle ilgili kanunlar yasalaşırken, din görmezden gelinir.
Görüldüğü gibi Türkiye’de iktisadi faaliyetlerin üzerinde icra edileceği ilk üç katmanın neredeyse hiçbir olgusu, İslami bakış açılarından neşet etmemiştir, hatta İslami hassasiyetler bile dikkate alınmamıştır.
Bu yasal ve siyasi altyapı yokluğuna rağmen, gerçekleşen iktisadi faaliyetleri “İslam İktisadı” olarak kavramlaştırmak doğru bir çıkarım olabilir mi?
İslam ülkesi, İslami siyaseti, İslami hukuk ve İslami hükümet gibi kavramları, felsefe ve zihniyetleri İslam olan, olduğu söylenen ve İslam hukukunun(!) geçerli olduğu İran ile Suudi Arabistan gibi ülkeler ve yaptıkları için kullanabilir miyiz? Konuyla ilgili son yazıda, bu soruya cevap arayıp kavrayışımızı berraklaştıracağız.