Hukuki süreçler ve hukukun özünün nitelikleri, uygulama ve söylem yoluyla siyasi sistemleri etkiler ve evrilmesine yol açabilir; siyasi sistemler de hukuku hem inşa eder hem de dönüştürebilir.
Siyasi mekanizmalar önermekten imtina etmiş bir hukuk ekolü olarak Fıkıh, bu tercihiyle, kendisini himaye edebilecek güçlü siyasi sistemlerden mahrum kalmış olabilir.
İslamın otantik kültürü ve Hukuku ya istilacı emperyalistler tarafından zorla ya da bizzat yönetici konumdaki Müslümanlar tarafından iradi bir şekilde terk edilip yerine batıda üretilmiş hukuk ikame edildi, 19. yüzyılda.
Daha çarpıcı bir ifadeyle: İslam Fıkhı (bilhassa iktisatla ilgili kısmı) esen felaket rüzgarlarıyla adeta toprağın altına gömülerek arkeolojik bir olgu haline dönüştü.
Şirket, Banka, Merkez Bankası, Para ve Maliye politikası, Para, Sermaye ve Pay Piyasaları, Sosyal Güvenlik ve Emeklilik Harcamaları, İktisadi Büyüme, Bölüşüm ve Gelir Dağılımı vs.
Kredi kartı, POS, İnternet, Merkez Bankası parası, Dijital Para, Kaydi Para, Rezerv Para vs.
Kurumlar: IMF, DB, DTÖ, BIS gibi uluslararası finansal örgütler, Ekonomik Bölgeler: Avrupa Birliği, NAFTA vs.
Fıkıh yukarıdaki olgu, kavram ve kurumlarla tanışıp hesaplaşamadan soykırıma uğradı; değersizleştirildi, donduruldu ve kütüphane raflarına kaldırıldı.
Soykırımdan önce, 18. yüzyılda, iki hukuk sisteminin tercih edilme, başarılı bulunma mukayesesinde; İslam hukukunun az da olsa bir rekabet gücü vardı.
Aradan geçen iki asır sonunda, Fıkıh, yazılı metinlere indirgenmiş, artık gelişme ve işlenme imkânı bulamayan arkeolojik bir olguya dönüşürken; Batı hukuku her gün üzerine koyarak gelişti, pekişti ve aradaki farkı açtı; adeta rakipsiz küresel bir hukuka dönüştü.
Bugün, yukarıda zikrettiğimiz kurum, kavram ve kuruluşların hepsinin üzerinde inşa edildiği, akıcı işleyişi olan ve bütün dünya tarafından tercih edilen bir hukuk sistemi var. Maalesef bu İslam Hukuku değil.
Türkiye’nin hukuki alt yapısı ile Almanya’nın hukuki altyapısı neredeyse aynıdır. Türkiye’de daha fazla Müslüman ibadet ediyor ya da daha fazla camii var diye Fıkha uygun iktisadi bir düzen mümkündür algısını oluşturmaya çalışanlar ya ne yaptıklarını bilmiyorlar ya da fazla iyi niyetliler.
Modern zamanlarda devleti oluşturan kanunların kapsayıcılığı, geçmiş zamanlarla mukayese edilemeyecek kadar derinliklidir. Din bile bu kanun ve düzenlemelerin bir alt başlığıdır, artık.
İslam ahlak felsefesi öğretisinden üretilmiş “işe yarar” bir tavsiye varsa, velev ki “İslam iktisadı” başlığı altında üretilsin, bunu sadece Türkiye değil bütün dünya sahiplenebilir; yararlı tavsiye “balık tutabiliyorsa” rengi önemli değil.
Siyasi himaye ve hukuki zemin olmaksızın, temeli ahlak olan iktisadi önermelerin, alternatif bir söylem olma iddiası, uzak bir ihtimal bile değil.
FIKIH VE SİYASET
Küresel ölçekte İslami yönetimlerin ve onların hukuki alt yapılarının tasfiye edildiği 19. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan İslamcılıkla ilgili teklifler ve alternatifler Cumhuriyetle birlikte unutulmaya terk edildi.
Bu fikriyatın başat kavramları olan meşveret, şura, istişare gibi kavramlar, yerinde yönetimi de içeren “meşruti monarşi” taleplerini içeriyordu.
Ancak modernleşme kıskacındaki İslami Yönetimler bile bu teklifleri kaale almamışlardı.
20. yüzyılın ikinci yarısına geldiğimizde, ilk İslamcıların talep ettiği Hukukun Üstünlüğü, Şura, Seçim, Meşveret, Yerinden Yönetim, İstişare gibi kavramlar, zaman geçtikçe, yeni nesil İslamcıların söylemlerinde önemsizleştirildi hatta değersizleştirildi.
Antiemperyalist ve direnişçi fikirlere öncelik kazanmasına rağmen “İslamın hükümferma” olduğu bir coğrafya hiç olmadı.
Fıkhın onaylayacağı ve Fıkha hamilik yapacak bir siyasi oluşum hayat bulamayınca başarısızlık aşikâr olur; bu durumda “yeniden düşünmek” en önemli “maslahat”a dönüşebilir.
Acaba toplumu ve devleti aynı anda güçlendirecek ve Fıkhın onayını da alabilecek bir siyasi sistem hiç kuruldu mu, kurulabilir miydi ve kurulabilir mi?
Düşünmeye gelecek yazıda devam edeceğiz.