Önceki köşe yazısında AK Parti İslamcılığının içerikten çok simgesel gösterime dayandığını ve İslâmi bir düzen talep etmediğini göstermeye çalışmıştım.
Bu olgu, acaba AK Parti’yi, batılı ülke muhafazakâr partileri gibi sadece güç ve kaynak dağıtım merkezi olma olgusu hizasında eşitler mi?
Benim izlediğim veya algıladığım AK Parti ile siyasi analistlerin betimlediği ve analiz ettiği AK parti arasında bazı “anlama boşlukları” oluştuğu için görüşlerimi paylaşmaya devam ediyorum.
Yazının ilerleyen bölümlerinde görülebileceği gibi AK Parti, sadece tabanın yönetim alanındaki dini hedefleri alanında değil fakat siyasi alanlarda da daha önce eşi benzeri görülmemiş başarılar elde etmiştir.
Ekonomide alanı hariç.
Her ne kadar, ilk on beş yılda hane halkının refahı bakımından elle tutulur ve ölçülebilir ekonomik başarılar elde edildiyse de bu başarılar, son tahlilde, ülke ekonomisinin güçlenmesine değil zayıflamasına sebebiyet vermiştir.
Sanayinin yavaşlaması, yetersiz ihracat ve aşırı ithalat, yani dış ticaret açıkları, üretimde yetersizlik, dış borçların yüksekliği vs.
BAŞARILAR
AK Parti daha önce iktidara gelmiş muhafazakâr partilere bazı bakımlardan benzememektedir.
1)Demokrat Parti, aslında, tek parti dönemi CHP’sinin muvazaayla ikiye bölünmesinden doğmuştu.
2)Adalet Partisi, CHP ve bürokratlar koalisyonunun oluşturduğu vesayet rejiminin şartlı izin verdiği bir partiydi. (Şart, dini grup ve şahıslara partide ve yönetimde yer vermemek)
3)Anavatan Partisi, darbeci vesayet rejiminin, Amerika’nın ve işdünyasının kefaletiyle seçimlere girebilmişti
AK Parti ise müesses nizamın bütün bileşenlerinin etkisi dışında kurulmuş, Ankaralı bile olmayan bir partiydi.
Buna rağmen uzun yıllar boyunca başta Avrupa Birliği olmak üzere batı dünyasının desteği ve onayıyla demokratik bir düzenin hem talepkârı hem de uygulayıcısı olmuş ve kendini müesses nizamın vasisi olarak görenleri epey kızdırmıştır.
Bu kızgınlıklar, 2003 yılından itibaren, darbe şayiaları, e-muhtıra tehditleri, cumhuriyet mitingleri gibi aleni darbe teşvikleriyle dışarıya yansıtılmıştır.
Darbe yapmanın zorlukları bu vesayet odaklarını daha incelikli tedbirler almaya yönlendirmiş ve AK Parti’nin, 2007’de Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılması yoluna girilmiş fakat son anda bu girişimden de vazgeçilmiştir.
Bu sıkıştırmalar gezi gibi sosyal başkaldırılarla sürmüştür.
17-25 Aralık “adli darbe teşebbüsü” hiç beklenmedik bir kesimden gelmiş ve “karşı darbe” niteliğinde kararlarla adeta püskürtülmüştür.
Son olarak 2016 darbe girişiminden canlı çıkmayı başaran AK Parti bir taraftan parti içi tasfiyeler yaparken diğer taraftan MHP’nin desteğiyle Cumhurbaşkanı Hükümet Sistemini, yani güçler birliği sistemini getirmiştir.
Bu yeni düzenin Cumhurbaşkanına verdiği atama ve üst düzey yöneticileri görevden alma yetkileri sayesinde, bürokrasinin bütününde, AK Parti muhalifi olabilecek bütün unsurların adeta kökü kurutulmuştur.
Daha berrak bir anlatımla, AK Parti liderliği, bütün vesayet odaklarına ve lidere itaat etmeyen partili şahıslara karşı verdiği savaşı kesin bir üstünlükle kazanmıştır.
Bu savaş verilirken AK Parti’nin 15 seçimi kazandığını da akılda tutulmalı.
Bütün vesayet odaklarının kökünün kurutulmasıyla, vesayet hakkının, esas sahibine yani halka devredilmesi beklenirken; bu konuda hiçbir şey yapılmamış ve Sayın Cumhurbaşkanı, şahsen tek vasi durumuna dönüşmüştür.
Böylece demokratik ilkelerin talep kârı ve taşıyıcısı olan AK Parti bir başkalaşıma uğrayarak, tüm yetkilerin tek bir elde toplandığı, eski tip bir iktidara dönüşmüştür.
Bu zafer, “ilga ve mülga” parantezlerinde, devlet dediğimiz bürokratik yapılanmayı adeta enkaza çevirmiştir.
Işıltılı görünümlere aldanmamak gerekiyor çünkü aynı yıkım, AK Parti’nin içinde de oluşmuştur.
İki günlük analizin ara çıkarımı: AK Parti sadece bürokratik vesayeti değil, aynı zamanda, geri dönüşsüz bir şekilde kendi kendini de yok etme sürecine girmiştir. Bu süreci durduracak herhangi bir gelişme ve süreç de ufukta gözükmemektedir.