Eğer teknoloji transferi yapacaksa, ihracat taahhüdü veriyorsa, %60 üzeri yerli muhteva kullanacaksa, yayılma etkisi sağlayacaksa ve bu sektörde gelişmekte olan şirketlerimizi ezip iç pazarımızda tekel kurmayacaksa yani kamu tarafından denetlenip yönlendirilmeyi kabul ediyorsa yabancı sermayenin yararı zararından fazla olabilir.
Gümrük Birliği ortamında, devletin, yukarıdaki bağlamda, yabancı sermayeyi denetlemesi ve zorlaması mümkün değil. Bu yüzden ihracat yabancı sermayenin aklına gelmez, yerli muhteva oranı umurlarında olmaz ve teknoloji transferi bir masaldan ibarettir.
Sıfırdan kurulanlar dâhil, denetimsiz yabancı sermaye yatırımlarının kısa vadede bazı yararları olabilir fakat uzun vadede zararları daha fazladır.
Denetimsiz yabancı sermayenin tek hedefi iç pazarın rakipsiz hâkimi olmaktır. Bu kadar.
Her şeye rağmen yabancı sermayenin gelmesi mi daha kötüdür yoksa gelmemesi mi sorunsalının cevabı, kamunun, olguyu ele alış tarzına bağlıdır.
SIFIRDAN VE DEVRALINAN YATIRIMLAR
Önceki yazımda ve yukarıda anlattığım yatırım tiplerine, yani sıfırdan kurulan yatırımlara, İngilizcede Greenfield yatırım deniliyor. Greenfield yabancı yatırımların çoğu, Türkiye’ye yüksek gümrük duvarlarının olduğu dönemde gelmişti.
Son yirmi yıldır Türkiye’ye gelen yatırımların %90’ı ise Brownfield yatırımlardır, yani hisseleri satın alma yöntemiyle mevcut şirketleri devralma.
Kurulu ve çalışır durumdaki bankalarımızın hisseleri 52 milyar dolara satılmıştı. Hisseleri satılan bazı bankalar, Garanti, Finansbank, Denizbank, Alternatifbank, TEB, Burgan Bank, ING Bank, Yapı Kredi.
Gelen yaklaşık 200 milyar dolar yabancı sermayenin 40 milyar doları da gayrimenkule gelmiş.
İletişim sektörüne de 30 milyar dolar civarında Brownfield yatırım gelmişti; bazıları, Türk Telekom, Turkcell, Vodafone, Digitürk.
Enerji’de PETROL OFİSİ, kimyada PETKİM, sağlıkta ACIBADEM, gıdada BANVİT, beyaz eşyada BOSCH, ilaçta Eczacıbaşı, giyimde MAVİ, havacılıkta TAV, Otomotivde TEMSA ilk aklıma gelenler. Yani kurmuşuz sonra da yabancılara satmışız.
Her ne kadar bugün çoğu şirketin değeri, satıldıkları fiyatların altına inmiş olsa da ekonomimizin kilit noktalarını yabancı sermayeye teslim etmiş olmamız inanılır gibi değil.
Aldığımız parayı da aramızda bölüşüp birer ikişer ithal araba almışız.
BETERİN BETERİ VAR
Yabancı Sermayenin daha akışkan ve hacimli ve yıkıcı ve batırıcı yatırımları üçüncü tip bir yatırım türüdür: Finansal yatırımlar. Yani bir ülkenin bono, tahvil, hisse senedi ve sendikasyon kredileri piyasası.
Yabancı finansal yatırımcılar, bize ve benzerlerimize, genellikle dövize ihtiyacımızın az olduğu dönemlerde adeta döviz yağdırır ve ihtiyacın çok şiddetli olduğu dönemlerde de bu dövizi dışarıya çıkarırlar.
İhtiyaç fazlası yabancı para girişleri ekonomilerde, kaçınılmaz olarak dengesizlikler ve kırılganlıklar oluşturur. Mesela para birimi değerlenir, ihracat azalır ve ithalatı artar; sonunda devasa cari açıklar oluşabilir.
Genellikle cari açık yükselince ya da küresel düzeyde herhangi bir kriz belirtisi ortaya çıkınca; bu finansal yatırımcılar, hızla ellerinde ne var ne yok satarak çıkarlar.
Örnek: Yabancı sermaye bu yılın ilk üç ayında, Türkiye’nin TL cinsi tahvil ve hisse senedi piyasalarından adeta kaçarcasına çıktı: Çıkan paranın hacmi yedi milyar dolar. Bize benzeyen ülkelerden, sadece mart ayında 83 milyar dolar çıkmış. Bazı yabancı sermaye sahipleri de zarar edebiliyor, ama çıkıyorlar.
Doğası gereği, yabancı sermaye her yerde aynıdır, hem gelirken hem de giderken finansal çalkantılar oluşturur. Krizlerden de kâr elde etmeyi bildikleri için günü geldiğinde tetiği çekmekten imtina etmezler.
Yararları muğlak, fakat zararları kesindir.
Yarın işler düzelir ve yabancı sermaye, geri dönünce hiç kimse “gelme” diyemeyecektir. Yabancı sıcak paraya olan bağımlılık, başka bağımlılıklara benzemez. Tedavisi çok zordur.
Doğru anlaşılmak isterim, ben yabancı sermaye düşmanı değilim; mevcut haliyle, yani denetimsiz yabancı sermaye bize dost değil.