2020 yılına girerken Avustralya’da onlarca noktada yangınlar başlamış ve bir türlü söndürülememişti. Bu yangınlar sadece beşinci kıtayı etkilemiyor, bütün dünyayı etkileyen ve iklim değişikliğini hızlandıran aynı zamanda da biyolojik varlığımızı tehdit eden bir sonuç ortaya çıkarıyordu. “Avustralya’da cereyan eden hadise, sadece Avustralya’yı ilgilendiriyor, bize ne” diyebilir miyiz? Küreselleşen dünya demek bir tek paranın ve bilginin serbest dolaşımı demek değil. Küreselleşen dünya demek “açlıkla mücadele için işbirliği”, “herkese gıda güvencesi”, “çevreye karşı ortak sorumluluk” demek.
Avustralya’da, kutuplarda, yağmur ormanlarında ortaya çıkan ve küresel anlamda olumsuz etkiler meydana çıkaran çevre felaketleri, her ülkeyi, her dünyalıyı ilgilendirir.
Ülkemizde de meydana gelen bir çevre felaketi bu nedenle bütün insanlığı ilgilendirmektedir. Göç hadisesi böyle bir felakettir mesela ve üzerine düşünülen tedbirler de Türkiye’nin haklı çıkarsamasında olduğu gibi başta Avrupa olmak üzere her devletin elini taşın altına koyması, sorumluluk yüklenmesi ile paydaşlarca üretilecektir.
İstanbul’a yapılacak olağanüstü hizmet(!) fasılları da başta İstanbul yerel yönetimlerini ilgilendirdiği kadar Karadeniz, Marmara, Ege ve Akdeniz kıyıdaşları olan her mukimi ilgilendirir.
Halbuki bizim de bu çerçevede değerlendireceğimiz bir Tuna konusu var. Tuna üzerine sempozyumlar, çalıştaylar hatta uluslar arası hukuk komisyonlarını toplayarak sorumlu ülkeleri ortak çevre duyarlılığına itmek gerekirdi. En azından Avrupa “kirleten öder” prensibi doğrultusunda tazminata mahkûm edilir, hiç olmazsa çevre bilinci açısından kendi suçunu itirafa zorlanırdı. Tuna’nın daha temiz akması için bütün kıyıdaş ülkeler üzerlerine düşeni yapmak zorunda kalırlardı.
21. Yüzyılda kendi mahalli söyleyişimizde bir Türk Dünyası hayal ede duralım dünyayı tehdit eden bir kıt su kaynakları yönetimi gündeme geliyor.
Su ve toprak kaynaklarının korunması ve geliştirilmesi, bütün dâvâların üzerinde bir ‘ülkü’, bir mes’uliyet ve vicdan muhasebesi fırsatı veriyor.
Kıt su kaynaklarının ne idüğü konusunda pek de tecrübe kazanmamış ülkeler ve yönetimleri, aslında 21. Yüzyılı sürdürülebilir bir insan hayatı için evrensel bir düşünceyi paylaşmalı; su kaynaklarının korunması ve geliştirilmesini birinci çalışma sahası olarak kabul etmeli, kıt su kaynakları konusunda küresel işbirliğine gitmeli ve yakın bir gelecekte ortaya çıkacak susuzlukla mücadele için program hazırlamalıydılar.
Böyleyken Türkiye, İstanbul’unda ve birçok havzasında yakın gelecekte kıt su kaynakları yönetimi bakımından tedbirler geliştirmesi gerekirken birkaç su kaynağını yok edecek bir projeyi tartışıyordu.
Avrupa’nın bütün atıklarını taşıyan Tuna’nın çökeltilerini Boğaz’a taşıyamadan Karadeniz’e bıraktığını biliyoruz. Fakat Kanal İstanbul’un Karadeniz’e bakan tarafı Tuna’nın bu çökelti bölgesine yakın olacağı için biyolojik varlığı tehdit eden atıksuyun Kanal İstanbul’dan Marmara’ya akacağını hesap etmemiz gerekir.
Bu da zaten oksijensiz tabakaları bulunan Marmara’yı yaşamsal olarak tehdit etmektedir. Kanal İstanbul’un açılmasından itibaren beş yıl içinde Marmara Denizi’nin öleceğini uzmanlar hatırlatmaktadır.
Terkos Gölünü, Kuzey İstanbul su toplama havzalarını, Sazlıdere Barajını ortadan kaldıracak olan bu projenin bir takım emlakçıları ve inşaatçıları heyecanlandırdığı söylenebilir, İstanbul Boğazı’nı deniz trafiğine kapatıp Boğaz’a binen yükü hafifleteceği beklentisi de gündemi meşgul edebilir ama su kaynaklarının muhafazası ve geliştirilmesi bana göre bütün sektörlerin beklentilerinin fevkinde bir mesuliyet çizgisidir.
Düşünün bir kere; beş yıl sonra Marmara’da hayat ölecek ve koca iç deniz bir ölü deniz olacak, eski Haliç gibi kokmaya başlayacak. Kuzey ormanları ortadan kalkacak, meralar, tarımsal alanlar yok olacak, ekosistem bozulacak. Öte yandan 25 metre derinliğinde, 47 kilometre uzunluğunda 270 metre genişliğindeki kanalın İstanbul Boğazı’nı tehdit eden yüksek tonajlı büyük gemiler için geçiş sağlaması pek de mümkün gözükmemektedir. Kanal İstanbul için olumlu görüşlerin başında Dubai örneklemesi geliyor. Marmara, ölü deniz haline geldiğinde onu kurtarmak için kaç yüz milyar doları gözden çıkaracağınızı düşündünüz mü?
Kanal projesi yapalım yapmasına da bunu çevre felaketi yaşatarak yapmayalım.