Kuşlarım! Milletimin hoş tuttuğu, türkülerle kutladığı tabiat kardeşlerim.. Turnalar, şahinler, kumrular. Tepemde dönüp duruyorlar, yumuşak kanatlarla sürünüp geçiyorlar, her biri kendi dilinden destan okuyor. Hazreti Süleyman gibi onlarla söyleşesim geliyor.”
Şimdi bu satırları okumadan, ülkesinin kuşları ile söyleşemeden, Hazreti Süleyman diline vakıf olamadan o ülkenin yönetiminde söz sahibi olmanın adaletle bir ilgisi var mı?
Böyle dedim diye gerek iktidar tarafından gerekse muhalefet tarafından bir sürü trol, hakaret üstüne hakaret edecekler.
Sorsalar bir İngiliz’e: “sizde Shakespeare’den ezberi olmayan bırakınız yönetici olmayı, doğru dürüst bir diploma sahibi olabilir mi?” diye; cevap, kesinlikle bellidir: “Asla!”
Manas’ı bilmeyen bir Kırgız tahayyül edebilir misiniz? Sovyet döneminde yetmiş küsur yıl baskıcı bir rejimin altında kendi kültürlerinden uzaklaştırılan Türk Cumhuriyetlerinde bile mutlaka ecdadının söz ustalarından haberdardır nesiller…
Düşünün bir kere; Ciğerdelen Kalesinin, Nazlı Budin’in, Estergon’un ne acılar çektiğini bilemeden o büyük fütühhatın emanetçisi bir ülkenin evlatları başlarına hükümferma olacak şahsiyetler tayin ediyorlar. Olacak iş mi bu?
Bırakınız gafil kesimleri kendilerini dervişgazi, alperen kabul edip Anadolu’yu mayalayan Horasan erenlerinin izini sürenler, sürdükleri iddiasında olanlar, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar’ı okumamış mesela!
Yahut Çanakkale Şehitleri’ne ithaf edilen şiiri ezbere okuyamadan, İstiklal marşı ile işi geçiştiriyor. Çağlayanlar’da Turan Nasıl Çıldırdı’yı bilmeden ittihatçılığa özeniyor yahut.
Başımıza kimleri getirdiğimiz meselesi hiç başa düştü mü?
Doğru dürüst bir eğitim düzenimiz yok maalesef.
Ders kitaplarında bugünkü nesillerden bazı haddini bilmezlerin doldurduğu ucuz şiirler gırla…
Bunlarla mı gelecek kuşakların nadide eserlerini yazacak yüksek şahsiyetli şairler yetiştireceğiz?
Pandemi sürecinde eve kapandık ya, torunlarla birlikte dersleri takip ediyoruz.
İnsan, o ‘Fatih Projesi’ne harcanan milyonlarca liranın hesabını sormadan edemiyor ama bir de ders kitaplarını yazanların ehil olup olmadıklarına göz attığınızda tam bir felaketle karşılaştığınızı anlıyorsunuz.
Anlaşılan çocuklarımızın eğitimi konusu bile bir takım insanlara çıkar sağlama aracı yapılmış. Millî Eğitim meselesi her gelen bakanla birlikte ders kitaplarına doldurulan sosyal medya fenomenlerinin, kişisel gelişim tavernacılarının oyun alanı yapılabilir mi?
Yaşadığımız “uzayan kol bizden olsun” şeklinde özetlenebilecek Fetö metodolojisi ile bir iki kuşağı sosyal psikolojik bir yıkıma soktuk. Aynı metodolojiyi kullanarak ilerlenecek hiçbir yol olmadığı anlaşıldığı halde, korku ve vehim ile içgüdüsel davranışlarını terk edemeyen mesuller yani yöneticiler, ısrarla gençliğimizi güdükleştirmek için ellerinden geleni yapıyorlar.
Oysa hürriyetten mahrum bir vatanseverlik anlayışının zerre-i miskal bu topraklara bir faidesi yoktur.
‘Güdükleştirme’ sadece iktidar cephesinde değil, ona alternatif sunması gereken muhalefet cephesinde de var.
O yüzden masum bir millet, yepyeni bir iktidar projesi sunması gereken muhalefete ve orada arz-ı endam eden siyaset bezirgânlarına bakınca endişeye kapılıyor istikbalimiz için ister istemez.
II. Abdülhamit ve Mehmet Âkif, Mustafa Kemal Atatürk ve Enver Paşa konuşulurken bile haddini aşan bir sürü tevil edilemeyecek zırvalar dillerde pelesenk olmuş vaziyette…
En yakın ecdadına bile doğru dürüst tahlil getiremeyen nesillerin daha uzak geçmişteki klasiklerini okuyup anlamaları, oradan bir ‘millî şuur’ uyandırmaları ve ‘kavramsal inşa’ya erişmeleri nasıl mümkün olabilir?
Bundaki bütün vebal, elbette ki “Haddi aşanlardan olmayınız!” ilahi düsturunu çiğneyen koltuk düşkünlerinindir.
Ne yapmak lâzım? Siyaseti ve devlet kapısını rant dağıtma aracı olmaktan kesinlikle kurtarmak lâzım!
Siyaset gönül işi olmalı; fedakârlık, ehliyet, diğergamlık, mesuliyet, merhamet, bilgelik, cesaret, hikmet, hürmet, samimiyet ve aşk dilini bilenlerin ve karşılığında hiçbir şey talep etmeyenlerin işi olmalı!
O zaman belki Hazreti Süleyman gibi üzerinde yumuşak kanatların getirdiği selamı algılayabilen o insanların Tuna’ya akıttıkları kanın heba olmadığını, olmayacağını idrak edebiliriz.
O zaman belki Safiye Erol’lar, Samiha Ayverdi’ler birer mutmain âşıklar gibi bize öğretmenliğe devam edebilirler.