Çiçekler, benim için sâdece güzel renk, güzel koku, güzel manzara değildir. Târihtir, savaştır, göçtür, hüzündür.
Lâle, Malazgirt’in çiçeğidir. Zaferle birlikte açılan kapıdan sâdece atalarımız değil, lâle soğanları da girdi. Muş Ovası’nda her bahar açan lâlelerin kırmızısı, Malazgirt şehîdlerinin kanındandır.
Ya şebboy? Eski adıyla şebbû. Gece kokusu demek. Bir diğer adı da “ana kokusu”. Rumeli’ye göçen Türkler, yanlarında götürdükleri şebbûya, Anadolu’yu hatırlattığı için bu adı vermişler. Koklayıp koklayıp hasret gidermişler.
Gül kokladığım zaman 93 Harbi’ne giderim. Evini barkını terk edip yollara düşen Balkan muhâcirlerinin ellerindeki gül fideleri aklıma gelir. Bâzen de daha eskilere giderim. Rûmeli fethine giden Gül Baba’ya… Gülle gidip gülle döndük, Tuna boylarından.
Sünbül görünce Çanakkale gelir aklıma. Bir sünbülî havada kazandığımız zaferi koklarım, doya doya. Ahmet Hikmet’in, “Sünbül Kokusu” hikâyesine giderim. Almanya’da yüksek tahsil yapan gençlerin cam önündeki sünbülü koklayınca İstanbul’u hatırlamaları ve “Ah vatan!” diye inleyip Çanakkale cephesine gitmeye karar vermelerine…
Bir mart günü Çanakkale’den geçirmediğimiz İngiliz, beş yıl sonra bir mart günü, her tarafı sünbül kokan İstanbul’u kirletmişti.
Sarıkamış şehîdlerini, Allahuekber dağlarındaki kardelenlere; Kafkas İslâm Ordusu şehîdlerini Dağıstan’ın gelinciklerine; İstiklâl Harbi şehîdlerini, Maraş’ın, Anteb’in, İzmir’in dağlarındaki çiçeklere; Kıbrıs şehîdlerini, Beşparmak dağlarındaki kına çiçeklerine sormalı.
Güneydoğu Anadolu dağlarının çiçeğini bilir misiniz? Ağlayan gelin. Nâm-ı diğer, ters lâle. Ağlayan gelinlerin bezediği o dağlarda çakallar gezmesin diye yıllarca gonca güller, toprağa düştüler. Hâlâ düşüyorlar. Her düşüşte, analar, gelinler ağlıyor.
Mart menekşelerini, hercâileri gördüğümde, yine Ahmet Hikmet’in, “Pâdişâhım! Alınız menekşelerinizi, veriniz gülümü!” hikâyesine giderim. Yıllar evvel Hakkâri’de Üsteğmen Absüsselâm Özatak, nişanlısının telefon numarasını, şehîd olmadan evvel, “Bana bir şey olursa arayın.” diyerek arkadaşlarına bırakmıştı. Arayamamışlardı. Abdüsselâm’ın nişanlısı da hikâyedeki Tosun’un nişanlısı Ayşe gibi, devlet büyüklerine bir demet menekşe götürüp gülünü istemeyi düşünmüş müdür diye çok yanmıştım.
Nergisi, Yunan’dan ilham alarak kendine âşık olma zannedenler, Mehmedlerin, nergis misâli aşka düşüp “yardan, anadan, serden” geçmesindeki sırrı anlayabilirler mi?
Ne “şehîdler tepesi boş kalacak” diyenler anlayabilirler ne de “boş kalmayacak” deyip evlâdını göndermeyenler anlayabilirler. Sâdece, bebeğini kucağına ilk aldığında, “ya şehîd ol ya gâzi!” diyen anneler bilirler, bundaki sırrı.
Şubat 2020’de İdlib’de toprağa düşen Mehmedçikler, baharı göremeden gurbette şehîd oldular. Cennetin kokusunu alan, yalan dünyânın baharını neylesin!
Çiğdem, gurbetin çiçeğidir. Şubat ayında erkenden açıp baharı müjdeler. Onlara, “İdlib’in çiğdemleri” dememin sebebi budur.
Suriye’deki devrim İdlib’den başladı, deniyor. Acaba bu devrim, İdlib’in çiğdemlerinin şehâdetini hak ediyor mu? Tedirginim. Çünkü Ortadoğu’da Lawrence’ler, Gertrude’lar, Dakotalı David’ler bitmez.
Bütün şehîdlerimizi rahmet ve minnetle anıyorum.