Seksen sekiz yıl evvel Türkiye, 28 Birincikânûn 1936 târihli Cumhuriyet Gazetesi’nin birinci sayfasında yer alan şu haberle İstiklâl Marşı şâirinin vefâtını öğrendi:
“Mehmed Âkif’i kaybettik. Büyük şâir, dün akşam vefât etti.”
Haberin, iç sayfadaki devâmı şöyleydi:
“Mehmed Âkif’in cenâzesi, bugün Beyoğlu’ndaki Mısır Apartmanı’ndan kaldırılacak; namazı, öğleyin Beyazıd Câmii’inde kılındıktan sonra Edirnekapı’daki makberesine defnedilecektir.”
Ertesi gün aynı gazetede, “Mehmed Âkif’in cenâzesi merâsimle kaldırıldı. Gençlik, büyük şâirin tabutunu eller üstünde taşıdı. Her sene Âkif için ihtifâl yapılacak; mezarı gençlik tarafından yaptırılacak.” haberi vardı. Cenâzeye katılan herhangi bir devlet yetkilisinden bahis yoktu. İç sayfada ise hakkında güzel bir yazı kaleme alınmıştı:
“Hayır aziz ölü, hayır! Seni, herkes ve her zaman anacak; adın, târihte olduğu gibi yüreklerde de yaşayacaktır.”
Peyâmi Safâ’nın, sonraki gün yayınlanan yazısındaki bir paragrafı hayli sitemkârdı:
“Tesâdüfle îzâh olunamayacak kadar muayyen, tek bir sebepden ileri geliyormuş gibi sâbit bir kader, vatan şâirlerimizin hepsini ya sürgünlerde yâhud zarûret, hüsran ve muhitin tüyler ürpertici tasasızlığı içinde öldürdü. Mehmed Âkif de bu korkunç ananeden kurtulmuş değildir. Son defa Mısır’dan İstanbul’a geldiği zaman, Fransızların Marseyyez’ini yazan Rouget de Lile’in yüzüncü yıldönümüydü. Sosyalist, komünist, nasyonaist, ruvayalist bütün Fransa onun mezarına diz çöküyordu; bütün Fransa yüz sene sonra Marseyyez şâirini ve bestekârını anarken, Türkiye on sene içinde istiklâl şâirini unutmuştu. Âkıbeti göz önünde olan hastalığında bir Mısırlıdan başka ona tek bir Türk’ün yardım eli uzanmadı; bilakis bâzı gazetelerde aleyhine yazılar çıktı.” (30 Birincikânun 1936)
Çanakkale’nin, İstiklâl Harbi’nin şâiri ne yapmıştı da bu saygısızlığa lâyık görülmüştü?
İstiklâl Harbi başlayınca hemen Anadolu’ya geçen; İstiklâl Marşı’nın ilk dörtlüğünü, Tâceddin Dergâhı’nda kaldığı odanın duvarına çakısıyla kazıyan; ilk Meclis’de vekillik yapan Mehmed Âkif, 1923’de tüm muhâlifler gibi Meclis dışında bırakıldı. Devlet memurluğuna alınmadı. Emekli maaşı bağlanmadı. Beş çocuğu vardı ve geçim sıkıntısı çekti. Arkasına, polis hafiyeleri takıldı. “Mürteci Âkif, Arab Âkif” gibi sözlerle tâciz edildi.
Mehmed Âkif, bu akıl ve insaf dışı vatan hâini muâmelesine katlanamadı ve yakın dostu Abbas Halim Paşa’nın dâveti üzerine Mısır’a gitmeye karar verdi. Eşini ve iki oğlunu yanına aldı. Kâhire Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde, Türkçe dersleri; Abbas Halim Paşa’nın çocuklarına özel dersler verdi. Mısır’ın aydınları ile avunarak ve öğrenci yetiştirerek cennet vatanına olan hasretini dindirmeye çalıştı. Vatanında ise fes giymeyi bırakmak istemediği için kaçıp gittiği dedikoduları yayıldı.
On yıl vatandan ayrılışın üzüntüsünü çeken Âkif’in, 1935 ilkbaharında sağlığı bozulmaya başladı. Bir sabah eşi İsmet Hanım, “Sarılık olmuşsun.” deyince aynaya baktı ve gözlerinin akının bile sarardığını fark etti. O gün doktora gitti. İlaç ve perhiz verildi. Bir iki günde zayıfladı; sararıp soldu. İştahsızlık, ateş, titreme nöbetleri ve ağrılarla seyreden hastalığına, karasu humması ve nihâyet, siroz teşhisi kondu. Mısır’ın havası bu hastalıklara iyi gelmediğinden tebdîl-i hava tavsiye edildi. Temmuz ayında Beyrut’a gitti.
Yolculuğuna eşlik eden ve ihtiyaçlarını karşılayan Enbû’ş-Şarkıyye Gazetesi Müdürü Abdülilah Bey, onu başka doktorlara götürdü. Siroz ve sıtma teşhisi netleşince rakımı yüksek bir yerde istirahat etmesi söylendi. Abülilah Bey, Mehmed Âkif’i, Âliye yakınındaki Sûkü’l-Garb Köyü’ne götürüp bir otele yerleştirdi. Fakat sıtma nöbetleri, Âkif’in peşini bırakmadı. Lübnan’da olduğunu duyan Antakya eşrâfından Bereketzâde Cemil Bey, Âkif’in talebelerinden Ali İlmî Bey’i Beyrut’a yollayarak Antakya’ya dâvet etti.
9 Ağustos günü Antakya’ya giden mahzun Şâir, Cemil Bey’in Âsi Nehri’ne bakan konağında üç hafta kalıp nispeten rahat etti. Fakat hiçbir serinliğin, bayrağının gölgesi kadar rahatlatması mümkün değildi. Hele de kışlada Fransız bayrağı dalgalanırken… Birgün Antakya için bir şiir lütfetmesi istendi. Kendisi gibi anavatandan uzak olan Antakya için dudaklarından şu mısralar döküldü:
VÎrânelerin yasçısı baykuşlara döndüm
Gördüm de hazânında bu cennet gibi yurdu
Gül devrini bilseydim onun bülbül olurdum
Yâ Rab beni evvel getireydin ne olurdu
Antakya dönüşünde hastalığı tekrar ağırlaştı. Kendi ifâdesiyle sehiv secdesi yapmadan namaz kılamaz oldu. Zihni, her dâim memleket ile meşgûldü. Birgün sokakta Hüseyin Suat ile karşılaştı. Mısır’ın iklimine yabancılığından bahsedince Hüseyin Suat, “Niçin İstanbul’a kalkıp gelmiyorsun?” diye sordu. Birdenbire içinde, dayanılmaz bir İstanbul’a dönme isteği duydu. Vatan şâirini, eskilerin deyimiyle toprak çekmişti. 1936 yazında, ağır hasta olarak İstanbul’a döndü. Vapur Çanakkale’den geçtiğinde ve İstanbul câmileri göründüğünde ağladı.
İstanbul’daki hayâtı; hastâne, Abbas Halim Paşa’nın Beyoğlu’ndaki apartman dâiresi ve Paşa’nın Alemdağı’ndaki çiftliği arasında geçti. Hizmetine, bir Rus hemşire tâyin edildi. Hastane tedâvisi sırasında bile tahkir edildi. Âilesine ve ziyâretçilerine münâsebetsiz davranışlarda bulunanlar oldu. Her şeye rağmen, hastanede İstiklâl Marşı şâirini hatırlayan doktorlar, yalnız bırakmayan yazarlar, gençler vardı.
Sağlığında, Pergamberimizin (SAV) vefât ettiği yaşta vefât edeceği için mesut olduğunu ifâde eden Mehmed Âkif Ersoy, 27 Aralık 1936’da 63 yaşında hayâta gözlerini kapattı. Doğduğu topraklara Çanakkale Şehîdlerine ve İstiklâl Marşı gibi iki büyük destânı hâtıra bıraktı.
Cenâzenin Bayezıd Câmii’nden kalkacağını duyanlar, oraya gittiklerinde herhangi bir merâsimle değil, sanki terkedilmiş, üzeri örtüsüz bir tabutla karşılaştılar. Haberi duyunca akın akın câmiye koşan Dârülfünûn gençleri içinde ağlayarak tabuta sarılanlar oldu. Gençler, etrafa dağılarak buldukları bayraklarla döndüler. Ka’besi belli, bayrağı belli Şâir’in tabutunu, Ka’be örtüsü ve bayraklarla donattılar.
En tepeden verilen emir gereği, tek bir devlet yetkilisi cenâzeye katılmadı. İyi ki de katılmadılar. Çünkü bu saygısızlık, Mehmed Âkif’in rûhunu şâd edecek bir hâldi. Onun böyle yapmacık gösterilerden hoşlanmadığını herkes bilirdi. Namazdan sonra on binlerce gencin omuzlarında Edirnekapı Kabristanı’na götürüldü. Kalabalığın önünde Edebiyat Fakültesi’nin çelengini taşıyan gençler yürümekteydi. Definden önce hep bir ağızdan İstiklâl Marşı okundu. Milletin şâiri, Kur’an-ı Kerim okunarak defnedildi.
Bu merâsim, devlete başkaldırı telakki edildi. Cenâzeye katılan, konuşma yapan gençler uyarıldı. 1938’in sonuna kadar, Mehmet Âkif Ersoy’un arkasından herhangi bir ihtifâl merâsimi yapılmadı. Bu târihten sonra kabri, üniversite gençliği tarafından yaptırıldı.
Gençliğin, Mehmed Âkif’in cenâzesine sâhip çıkmasını, “bir protesto çeşidi olarak Cumhuriyet târihinde bir ilk” diye değerlendirenler oldu.
Bugün Mehmed Âkif Ersoy’un vefâtının 88. yıldönümü. Rahmet ve minnetle anıyoruz.