Fakülteye, 1984 yılında başladım. Türk dili derslerimize, alt kattaki edebiyat bölümünün hocaları gelirdi. Dersimize girmeyen bir hocaya karşı bir ruh yakınlığı hissediyordum ama selâm vermekten öteye gidemiyordum. Çekiniyordum, bu hükûmet gibi kadından. Rahmetli Halûk Dursun, nasıl donanımlı bir hanım olduğunu överek tanışmamızı tavsiye etmişti.
Aradan yıllar geçtiğinde şunu anlamıştım ki o yıllardaki milliyetçi çevrenin asistanları arasında örnek bir hanımdı. Hem modern hem gelenekli ve dindar. Yine şunu anlamıştım ki bir türlü okur ve kariyer yapardık ama evle iş arasında dengeyi sağlamak zordu veya tersinden söyleyeyim. Eninde sonunda evlenir anne olurduk ama kariyerle baş başa götürebilmek zordu. Benim için Meriç Hocam, bu başarının mücessem hâliydi. Başarı derken şunu da ifâde etmeliyim ki akademik başarısını daha öteye taşıma kapasitesi olduğu hâlde çocukları için, evi için bir yerde durmayı tercih etti.
Fakülte sonrasında İstanbul Türk Ocağı’nda Sâdeddin Ökten’i tanıdım. Meriç Hocam, elbette mühendis eşinden daha fazla edebiyat bilirdi ama hiç öne çıkıp karışmazdı. İhtiyaç hissetmezdi. Sâdeddin Hoca’dan Yahyâ Kemâl’i, Nietzsche’yi ve daha nicelerini öğrenirken Meriç Hocam’dan hayat dersleri aldım.
Sâdeddin Hoca, 1991’de bizi ilk defâ Söğüt’e götürdü. Gece Türk Ocağı önünden otobüse binip sabah olmadan Bilecik’e indik. Şeyh Edebali Türbesi’ne inen yol bozuktu. Yorgun ve uykusuz, bir otobüs dolusu insanız. Biz gençler, “Ne yapacağız?” diye sızlanırken, “Düşün önüme!” diye bir ses duyduk. Sesin sâhibi, düşmemizi beklemeden önümüze düştü. Meriç Hocam, ortamın ifsad olmasına izin vermeden çözümü bulmuştu. Peşine düştük. Düşüş o düşüş!
Türk Ocağı iftarlarımız, bir efsâneydi. Koca koca tencerelerle yemekleri götürürdük. Meriç Hocam başı çekerdi. Kapı açıktı hep. Yoldan geçen de girip iftar ederdi. Bir seferinde yemek sonrası bulaşıklara kimse yanaşmadı. Herkes birbirine havâle edince kollarını sıvayıp bulaşığa girdi. Bizi de bir güzel “yaklaşmayın!” diye azarladı. Hadi sıkıysan bir daha “of pof” de!
Eş olmak, anne olmak, kolay değildi bu devirde. Hele de okumuş kızlar pek tahammülsüzdü. Bende de o potansiyeli görmüyordu. Arkamdan, “Bu kız çocuk doğuracak da anne olacak da.. Vah bu oğlana!” dediğini sonradan itiraf etti. “Aferin! Beni haksız çıkardın.” dedi. “Çok çocuk, akıl işi değil” diyenlere inat, dört çocuk annesi olmaktan şikâyet etmezdi. Bir seferinde, “Şimdiki aklım olsa iki kere daha anne olurdum.” dedi. “Çocuk yapmak” ifâdesine çok kızardı. “Çocuk yapılmaz, doğurulur.” derdi. Onunla konuşurken nerede Türkçe yanlışı yapacağım diye korkardım. “Şu e’leri kayık gibi çekme kızım!” deyince çok utanırdım.
Evlerine ne zaman gitsem mutfak ve hayat bilgisiyle dönerdim. Dâima ev yemeği, evde yapılmış meyve suları ve konserveler olurdu. Hiç üşenmez, gece vakti bile olsa hemen bir çay koyar, kilerdeki kavanozlardan birisini açıp sofra kurardı. Bir köye yerleşip böyle yaşamaya başladığımda çok sevindi. Bir de yazmamı çok destekledi.
En mühim ortak konumuz çiçeklerdi. Tanpınar’ın Nuran’ı gibi, elbisemiz eski olabilirdi ama bahçemizde kırmızı güller olmalıydı. Diğer adım da olan yasemin çiçeğini ilk ondan öğrendim. Dereseki’de bahçede otururken güzel bir koku yayılmıştı bir anda. “Bak şurada yasemin” dedi, kenardaki bir sarmaşığı işâret edip. Ben de bahçemi yapmaya başlayınca çiçek fotoğrafları göndermeye başladık, birbirimize. Samanlı dağlarından bahçeme getirdiğim kadife çiçeğinin rengine bayılmış, tohumunu istemişti. İhmâl ettim.
Meriç Hocam öne çıkmayı sevmezdi ama vefâtının, eşinin ve çocuklarından birinin ismiyle duyurulmasına râzı olamadım. Bir sitede, başka bir hanımın fotoğrafıyla haber yapılmış. Böyle şeyleri zerre kadar umursamazdı ama benim umûrumda. Esenler Belediyesi’nin hazırladığı Sâddeddin Ökten kitabında yine şu andaki hislerimle Meriç Hocamı yazmıştım. Bana göre O, âilenin çınarı, evin orta direği idi. Ökten âilesinin ocağını tüttüren Ayşe Fatma soylu kadındı.
Çok üzgünüm. Geçtiğimiz salı günü hocamı, çiçek arkadaşımı kaybettim. Mezarına buhûrumeryem götürüp ektim. Zor zamanda zor yerlerde açan çiçeği. Kışa dayanan çiçeği… Belki birgün de istediği kadife tohumlarını ekerim. Bir kenara yasemin fidesi dikerim.
Çınar olmayı, tahammül etmeyi, önce annemden, sonra Meriç Hocamdan öğrendim.
Güle güle sevgili çınarım!
Güle güle sevgili çiçek arkadaşım!
Sizden evvel gidenlere selâm söyleyin!
Rûz-ı mahşerde çiçeklerle haşrolalım inşallah!