Boğaziçi Üniversitesi’nin hocaları, Senato üyeleri her gün üniversitede rektörlük binasının. önüne geliyor, binaya sırtlarını dönerek sessiz br protesto gerçekleştiriyor.
Bir yılı aşkın süredir devam eden bu eylem, benim vicdanımda derin yaralar açıyor. Eylemin resmine her baktığımda, Türkiye’de üniversite denen şeyin nasıl sona erdiğini düşünmekten kendimi alamıyorum. Üstelik sona eren yegane şey üniversite de değil.
Boğaziçi’nden her gün gelen fotoğraf bana, Türkiye’de hala kendilerini “üniversite ve akademi mensubu” olarak hisseden o bir avuç insanı gösteriyor. Onlar, “üniversite” kavramı için, bu kavramın bir zamanlar hepimize hatırlattığı, özgürlük, özerklik gibi şeyler için rektörlük binasına arkalarını dönüyorlar.
Yoksa hepimiz biliyoruz, sadece Boğaziçi’nin değil bütün üniversitelerin rektörleri Cumhurbaşkanı tarafından atanıyor; bu uygulama bugün de başlamadı, uzun zamandan beri böyle. Eylemin belki başlangıç vesilesi Boğaziçi’nde bu üniversite kültürünün dışından birinin atanmasıydı ama bu sadece vesileydi. Esas amaç üniversite özgürlüğünü, akademik özgürlüğü savunmak, o özgürlüğün var olması gerektiğini savunmak, akademik ve idari özerkliği hepimize hatırlatmak.
Başlangıçta, yani bundan bir yıl önce ümitliydim; acaba bu eylemler başka üniversitelere de yayılabilir, ülke çapında öğretim üyeleri sessiz protestolarla aynı özgürlükleri hatırlatır mıydı? Hayır, öyle bir şey olmadı.
Türkiye’de Boğaziçi Üniversitesi dışında tam 208 “üniversite” daha var. Boğaziçi’ndekiler dahil 184 bin 702 kişi üniversitelerde akademik kadrolarda çalışıyor. Bunlardan binden azı Boğaziçi’nde.
Bazı şeyleri hatırlamak ve bütün topluma hatırlatmak üniversitenin kamusal görevlerinden biri. Üstelik Boğaziçi örneğinde gördüğümüz bu görev, doğrudan üniversitenin kendisiyle, üniversite adı verilen kurumun var oluşuyla ilgili. Yani bir yerde meşru müdafaa.
Birkaç şeyi ben hatırlatmak istiyorum:
-Akademi, neyi araştıracağına neyi araştırmayacağına kendisi karar vermelidir; bir yerden izin almamalıdır.
-Akademide söz söyleme özgürlüğü olmalıdır, herhangi bir konuda söz söyledi diye akademisyen işinden olmamalıdır.
-Akademi kendi kendini yönetebilmeli, yönetirken illa bir yerle iş birliği yapacaksa devletle değil en fazla özel sektörle işbirliği içinde olmalıdır.
-Akademi, gerek kendi çabalarıyla elde ettiği bütçeyi, gerekse merkezi hükümet bütçesinden aktarılan parayı nereye nasıl harcayacağına kendisi karar verebilmelidir.
-Akademik kurumlarda “rektör” ve “dekan” adlı yöneticiler bulunabilir ama akademik konularda nihai söz söyleme hakkı üniversitenin akademik kurullarında ve kürsülerde olmalıdır.
-Her üniversite kendi akademisyen ihtiyacını öncelikle kendisi karşılayabilmelidir.
Daha ekleyeceğim, hatırlatmak isteyeceğim çok şey var ama inanın yazarken içim sıkılıyor; 2022 yılında hala böyle şeylerden söz etmek zorunda kaldığım için.
Türkiye son 70 yıldır üniversite tartışması yapıyor ve artık bir yerlere varmış olmamız gerekirken üniversite özgürlüğü ve özerkliği konusunda geri gitmiş olmamız beni utandırıyor.
Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyelerinin her gün yaptığı sessiz eylem, işte bu utancın yüzüme vurulması, başka bir şey değil.
Bir barış bildirisini imzaladı diye binden fazla akademisyenini işten atan, ellerinden akademik unvanlarını alan, onları hapse atmaya çalışan bir ülkede yaşıyoruz. Bu kadarını 12 Eylül darbecileri bile yapamamıştı, Sıkıyönetim’in işten attığı akademisyenler daha sonra Danıştay kararıyla işlerine geri dönmüştü, kaldı ki hiçbiri akademik unvanlarını da kaybetmemişti.
Üniversitede çalışan akademisyenlerin yıllar önce yayınlanmış kitaplarında geçen tek tek bazı cümleler nedeniyle lince uğradığı, kimsenin de onları savunmaya cesaret edemediği bir ülkede yaşıyoruz.
Sırf istenmeyen bir konuyu araştırdı diye, bir TV programında bir laf etti diye, sosyal medyada hükümeti eleştirdi diye üniversitesinden kovulan akademisyenlerimiz var.
Taliban inancını yayan, tarikat ve cemaatlerin kontrolüne geçmiş ilahiyat fakültelerimiz var ve kimsenin onlara itiraz etmeye cesareti yok; çünkü itiraz ederse başına neler gelebileceğini herkes kestirebiliyor.
Baskı örneklerini daha da sıralayabilirim ama sanırım ne demek istediğimi anlatabildim: Türkiye’de üniversite susmuş, susturulmuş durumda. Bunu 12 Eylül darbecileri de, 28 Şubatçılar da başaramamıştı. Düşünün, “hoşa gitmeyen” bir üniversite kapatıldı bu ülkede. Kapatıldı.
Daha fenası şu: Herkesin üstüne ölü toprağı serpilmiş gibi. İfade özgürlüğüne, akademik özgürlüğe, serbestçe tartışma özgürlüğüne yapılan saldırılara artık doğru dürüst tepki bile verilmiyor. Hepimizde başımıza geleni bir kabullenmişlik, bir mecburen razı olmuşluk hali…
Bana bu razı olmuşluk, kabullenmişlik veya çok bilmişçe bir laf olan “öğrenilmiş çaresizlik” hali esas ağır geliyor. Yoksa, benim özgürlüğümü kısmak isteyen birileri her zaman oldu ve olacak; ben ona izin verdiğimde özgürlüğümü kaybederim ancak, o istediğinde değil. Şimdi izin veriyoruz sanki ve o da fazla zahmete bile katlanmadan alıyor artık elimizdekini.
Pek çok kişi, 2023 Haziran seçiminde iktidarın değişmesiyle bir “cennet”e ulaşacağımızı sanıyor ama yanılıyor. İktidar değişse de değişmese de, bizim cehennemimiz devam edecek.
Üniversitesinin sustuğu, kendi haklarını bile savunamadığı bir ülkede hayat bundan sonra çok zor.