Charles Darwin’in evrim teorisinin bize söylediği en ilginç şeylerden biri, bütün canlıların gelişiminin içinde bulunduğu ortamla da ilgisinin olduğudur.
Evinizde minik bir deney bile yapabilirsiniz:
Bir Japon balığını alın, minik bir kavanoza koyun, balık minik kalmaya devam eder.
Sonra onu alın, mesela küvete koyun, günler veya haftalar içinde büyüdüğünü irileştiğini görürsünüz.
Derken onu alın bahçedeki süs havuzuna koyun, yine haftalar içinde kocaman bir balığa dönüşür o minicik Japon balığı.
Ben 1964 yılında doğdum. Ömrümün ilk 20 yılı dünyaya neredeyse tamamen kapalı bir ülkede geçti.
“Yerli malı yurdun malı” dedik, biraz serpilip babamızdan biraz para kopardığımızda “Amerikan pazarı”nda blue-jean aradık. Batı müziği dinlemek istediğimizde, sevdiğimiz müzik grubunun son albümünü albüm çıktıktan seneler sonra alabilirdik.
Sinema bile yoktu gençliğimde, sadece porno film oynardı. Dünyanın geri kalanından, özellikle de Batı’dan o kadar kopuktuk.
Düşünün, İstanbul Taksim’de MacDonald’s adlı uyduruk hamburgerci açıldığında kuyruğa girdik, Pizza Hut rezervasyonla müşteri alıyordu. O kadar fakir ve ufuksuzduk.
Sonra Özal’lı yıllar başladı; dünyayı daha yakından izleyebilir olduk. Özel televizyonlar, ithalatın serbest bırakılması vs derken ufkumuz da genişledi.
Böyle benzetmeler sevimsiz ve sakıncalıdır ama yine de yapacağım, bir minik bir kavanozun içinde yüzüyorduk, Özal bizi aldı küvete koydu. Alanımız, ufkumuz genişledi.
İkinci büyük hamle Özal’ın ölümünden iki yıl sonra ama onun hayalini gerçekleştirmek üzere yapıldı, 1995 yılı sonunda Avrupa Birliği ile gümrük birliği anlaşması imzalandı. Bugün, o vakitler o daha büyük küvette yüzmeye cesareti olmadığı için kendi küçük kavanozunda durmaya devam etmek isteyen koca holdinglerin gümrük birliğinden en çok faydalananlar olması tarihin bir şakası.
Gümrük Birliği’ni 2001 krizinin ortasında yaşayan kırılgan (ve üstelik MHP’li) koalisyonun Türkiye’yi Avrupa Birliği’ne tam üye aday adayı yapması izledi. Sonra da Ak Parti’nin AB ile tam üyelik müzakerelerini başlatmayı başarması, pastanın üzerine çileği yerleştirdi.
AB’ye tam üye olsak, küvetten de çıkıp bahçedeki süs havuzuna geçecektik. Sonra, orada da serpilip gelişip okyanusta yüzmeye başlayacaktık. Ümidimiz, gelecek hayalimiz buydu.
İçine kapalı, kendine demokrasi adını veren ama aslında ağır bir diktatörlüğün bütün izlerini taşıyan bir ülkeden dünyalı olmayı başarmış bir ülkeye terfi edecektik. Hem de benim gibi sıradan birisinin ömrüne sığacaktı bütün bunlar.
***
Hayır, elbette bu kadar hayal fazlaydı.
Tayyip Erdoğan ve Ak Parti, 2013’ten başlayarak reformcu değişimci özgürleştirici kimliğinden sıyrılır oldu. Bırakın bahçedeki süs havuzuna geçme hayallerini, küvette kalmaya devam etmek bile bir endişe konusu haline geldi.
Nitekim endişelenenler haksız çıkmadılar; Ak Parti iktidarlarının el verdiği bir karanlık örgüt yüzünden yaşadığımız 15 Temmuz darbe girişimi sonrası, Tayyip Erdoğan ile Devlet Bahçeli el ele verip Türkiye’yi yeniden o küçük kavanozuna döndürmeye başladılar.
“Yerli ve milli” diyorduk herkesin gururunu okşayıp gözünü boyamak için ama aslında ülkemizi dünyadan, dünyadaki yarış ve rekabetten koparıyor, küçülttükçe küçültüyorduk.
Düşünün, düne kadar AB’nin tam üye adayıydık, Kıbrıs takıntımızı aşabilsek, Avrupa’nın bütün engelleyici tutumuna rağmen müzakerelerimizi ilerletebilir, hatta nihayete bile erdirebilir, AB’yi kendi iki yüzlüğüyle baş başa bırakabilirdik. Ama bugün AB’nin yaptırım uyguladığı bir ülkeyiz. Tam üye adayı değil rakip, hatta düşman ülke muamelesi görüyoruz.
Demokratik standartlarımız ve AB’ye tam üye adaylığımız sayesinde bütün İslam aleminin yükselen yıldızıydık; Tayyip Erdoğan da Arap sokağının lideriydi. Bugün Arap aleminde ancak ve en fazla silahlı gücümüzle anılıyoruz. Sevilmiyor, korkuluyoruz.
Masallarla, yalanlarla avutulan, gündelik milliyetçi heyecanlarla, çoğu zaman da hezeyanlarla yaşayan bir toplum haline geldik. “Değerli yalnızlık”, “Yerli ve milli” gibi bizi yeniden o eski kavanoza sokmaya çalışan laflarımız var, bunu içselleştirip hararetle savunan yazar-çizer-konuşur tayfamız var.
***
Mart ayında rakamları tam açıklanacak; geçen yıl yaşadığımız bütün büyük sarsıntılara ve kur krizlerine rağmen Türk ekonomisi 2021’de herhalde 800 milyar dolar civarında bir milli gelir açıklayacak. Bu anlamda, ekonomi aslında 2014’ten beri ilk kez dolar bazında büyümüş olacak. (Bunu da ortalama dolar kurunun 8,67’de kalmasına borçluyuz, yıl sonu dolar kuruyla hesaplasak yine küçüldük.)
Bir an için 800 milyar doları gerçek kabul etsek bile, dün sabah bir arkadaşımın gönderdiği şu kıyaslamaya bir bakın:
Amerika’da üç şirket, Apple, Google ve Amazon’un 2021 satışlarının toplamı 1 trilyon doları geçiyor. Bir yanda bizim “kocaman” sandığımız Türkiye’de bir yıl boyunca yapılan bütün ekonomik faaliyetin toplamı, bir yanda sadece üç tane şirketin cirosu.
Korkarım o kavanoza bizi geri döndürmeyi başardılar bile.