Ta 1904 yılında, Yusuf Akçora “Üç Tarzı Siyaset” adlı makalesini yayınladığından beri Türkiye’nin temel siyasi bölünmesi belli aslında.
O üç tarz içinde sayılan “Osmanlıcılık”ı geçecek olursak, temel bölünme Türkçülük ile İslamcılık arasında yaşandı.
Tabii bu siyah-beyaz bir ayrım değil. Türkiye’nin “Türklük”le kurtulacağını söyleyenler de müslümandı elbette; tek kurtuluşun İslam’a ve öze dönmek olduğunu söyleyenler de milliyetçi.
Bu ayrım Cumhuriyet döneminde yeni unsurlarla zenginleşti ve yerli yerine oturdu. Akçora’nın “Türkçü”leri artık sadece Türkçü değil modernleşmeci, Batı uygarlığı yanlısı, tepeden inme devletçiydi, hatta tek parti dönemi boyunca devletin ta kendisi. Buna karşılık İslamcılar ise şeriat isteyen bazı küçük gruplar bulunmakla birlikte artık sekülerliğin çeşitli seviyelerinde “muhafazakar”dı, hızla ilerleyen modernizme karşı direniş hattıydı, devletçiliğe karşı özel teşebbüstü, devletin sınırlayıcılığına karşı özgürlükçü, tek partiye karşı demokrat, baskıcı laikliğe karşı inanç özgürlüğü yanlısı, ‘derin devlet’e karşı vesayet karşıtıydı.
Bu kaba hatlarını çizmeye çalıştığım ayrım, diyebilirim ki 15 Temmuz darbe girişimine kadar geçerliydi. Devlete karşı şüpheci akımın, yani muhafazakarlığın temsilcisi de Ak Parti idi. Ama darbe girişiminin ertesi günü bir şey oldu, geçmişte “Hükümet Ankaralı mı oluyor” diye sorduğu için telefona sarılıp Hasan Cemal’i arayıp “Olmadık” diyen Tayyip Erdoğan arkasından partisini de sürükleyerek devlet partisi, hatta devletin ta kendisi oldu. Ona hemen o klasik devletin 100 yıllık savunucuları MHP, CHP’nin ulusalcı kesimi, bir kısım asker ve elbette Doğu Perinçek de katıldı.
Geçen Tayyip Erdoğan, Fırtına Obüslerinin yeni partisinin teslim töreninde bir konuşma yaptı, konuşmasında CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nu da her zamanki gibi bolca eleştirdi, dinleyici sıralarında oturan TSK komuta heyeti de Erdoğan’ı alkışladı.
CHP lideri, alkışlayan generalleri sert bir dille eleştirince de iktidar kanadının çok sayıda sözcüsü çıkıp Kılıçdaroğlu’nu “Asker düşmanlığı” yapmakla eleştirdi.
“Nereden nereye” diye merak edenler için ajandalarına hemen kaydedecekleri sembolik bir olaydı yani.
Ama mesele sembol olmanın ötesinde anlamlar taşıyor. Bir siyasi lider ve partisi, ideolojik olarak yer değiştirebilir. Önemli olan lider ve partisinin ideolojik yer değiştirmesi değil, seçmenin de onunla birlikte yer değiştirip değiştirmediği aslında.
2017’deki referandum, 2018’deki seçim bu yer değiştirmeyi ölçmemize yardımcı olamazdı; çünkü değişim çok yeni yaşanmıştı, seçmen henüz liderinin ve partisinin keskin bir dönüş yaşadığını tam olarak fark etmemişti. Yerel seçimde bu durum bir ölçüde fark edildi, Ak Parti ve MHP sandığımızdan daha ağır bir yenilgiye uğradı. Ama o da yerel seçimdi.
Şimdi, birkaç ay sonra yapılacak seçimde seçmenin ne kadarınının Tayyip Erdoğan ve partisiyle birlikte kalıp babadan, dededen kalma yöneliminden vaz geçeceğini, ne kadarının ise eski ideolojik pozisyonuna sahip çıkacağını göreceğiz.
Türkiye’de bu siyasi bölünmeye bakanlar, hep klasik olarak yüzde 60-65’lik bir muhafazakar/modernleşmenin yaşanma hızına karşı kuşkucu/devlet baskısından çok haz etmeyen seçmen kitlesinden söz eder. (Bu gruba kolaylık olsun diye ‘sağ seçmen’ deniyor, ben bu kavramı kullanmamaya çalışıyorum) Karşısında ise esas olarak CHP’de temsil edilen dini referanslardan çok hoşlanmayan, daha hızlı modernleşmeci, hatta Batılı gibi yaşamak isteyen, devlet baskısını hayatından çok fazla hissetmeyen yüzde 35-40’lık bir başka seçmen kitlesi.
Bu kaba bölünme, bütün genellemeler gibi bir ölçüde yanıltıcı, bir ölçüde de yol gösterici aslında.
Büyük sorumuz şu: Önümüzdeki seçimde bu kaba bölünme ne şekilde hareket edecek?
Devlet baskısı artık bu kitlenin hiç değilse bir bölümü için geçerli değil, hatta imkanlar onlara sonuna kadar açık. Türkiye’nin yeni seçkin sınıfı onlardan oluşuyor. Bu yeni seçkin sınıf acaba ne kadar büyük? 2018 seçiminden bu grubun eski yüzde 65’inin çok gerisine, yüzde 50 sınırına geldiğini biliyoruz. 2019’da aynı grup yüzde 40’a kadar geriledi. Peki acaba bu seçimde gerilemesi devam edecek ve mesela yüzde 35’e düşecek mi?
Eskiden “sağ”ın temsil ettiği ideolojiyi teslim alan CHP merkezli altılı koalisyon acaba 2018’de yüzde 35 bile olmayan oyunu yüzde 50’ye yaklaştırabilecek mi?
Anketler şu anda Cumhur İttifakı’nı yüzde 40 civarında gösteriyor; altılı muhalefeti ise yüzde 46-47 toplamında. Dediğim gibi Cumhur İttifakı’nın düşebileceği en alt seviye yüzde 35 olabilir; daha aşağısı gerçekçi olmaz. Peki altılı ittifak yüzde 50 sınırına gelebilir mi? Dediğim ideolojik yer değiştirmenin seçmene ne kadar yansıdığına bağlı.
Ya cumhurbaşkanlığı seçiminde ne olur? Ben ilk turda Tayyip Erdoğan’ın yüzde 40-42’den fazla almasını beklemiyorum. Muhalefetin oyu, biraz da bu yeni ideolojik yerleşmeye uygun bir aday bulup bulamayacağına bağlı.