Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a ve Ak Partililere soracak olsanız, Türkiye Cumhuriyeti neredeyse kurulduğu günden beri büyük güçlerin kontrolu altında dış politika yapıyor, onların izin verdiği kadar hareket edebiliyordu; derken Tayyip Erdoğan geldi ve “tam bağımsız” dış politikaya geçildi.
Bu anlatım hiçbir biçimde doğru değil. Türkiye Cumhuriyeti, daha Cumhuriyet olmazdan önceden beri, Kurtuluş Savaşı döneminden beri dış politikada tam bağımsızlıkçı oldu.
Bu dış politikanın bir doktrini ve bir adı da var. “Çok boyutlu” veya “çok taraflı” adı verilen bu dış politika, Ak Parti dönemi dahil Cumhuriyet’in her döneminde hissedildi.
Şimdi uzun uzun tarih dersi gibi yazı yazmayayım ama Türkiye’nin soğuk savaşın en civcivli günlerinde, NATO üyesi olmasına rağmen Sovyetler Birliği ile derin ekonomik ilişkiler kurduğunu, bugün “Türk ağır sanayisi” dediğimiz şeyin çoğunu Sovyetlerden aldığımızı hepimiz biliyoruz.
Ancak Türkiye’nin bu “bağımsızlıkçı” adımlarına karşılık şunu da görmek gerekir: NATO’ya girildiğinden beri, Türk ordusu ve Türkiye savunması büyük ölçüde ABD ile olan ilişkilerin gölgesinde kaldı, bugün de derecesi azalmış da olsa, ABD’ye bağımlılık seviyemiz çok yüksek. (Türkiye’nin Milli İstihbarat Teşkilatı’nın maaşlarının ABD tarafından ödendiği dönemler yaşandı. Türkiye’nin dört bir yanında ABD askeri üsleri vardı ama daha çarpıcısı Ankara’nın göbeğinde, bugünkü Balgat semtinde koca bir Amerikan askeri kasabası vardı.)
“Çok boyutlu” veya “çok taraflı” diye adlandırılan dış politika, öyle kolay yürütülen bir şey değildi. Çünkü Türkiye attığı her “bağımsızlıkçı adım” için bir bedel ödemişti.
Örneğin 1974 Kıbrıs Barış harekatının ve Kıbrıs’a 1977-78’e kadar kalıcı ve adil bir çözüm bulup askerimizi oradan çekmemenin bedeli, önce ASALA, ardından PKK terörü oldu. Ege’de daha önce Türkiye ile Yunanistan arasında pek sözü edilmeyen kıta sahanlığı, kara suları ve FIR hattı gibi tuhaf sorunlar kilitlenmelere neden oldu. (Amerikan silah ambargosunu saymıyorum bile.)
Dışişleri Bakanlığı ödenen bu bedelleri ve faturaları bildiği için dış politikaya çok boyutlu bir satranç muamelesi yapıyor, atılacak her adım önceden özenle sonuçları itibarıyla değerlendiriliyordu.
Böyle konularda Dışişleri Bakanlığı’nın 80’li ve 90’lı yıllarda fazla muhafazakar olduğu, bu muhafazakarlığın Türkiye’yi atalete sürüklediği eleştirisi hep vardı.
Amerika, 2008 yılında bir stratejik dönüşüm ilan etti ve kendi ülkesinin güç merkezini Avrupa ve Ortadoğu’dan Asya-Pasifik bölgesine kaydırmaya karar verdi. Amerika’nın bu kararı hem Avrupa’da hem Ortadoğu’da bir güç boşluğu bıraktı.
Bu boşluk, yani Amerika’nın DAEŞ ortaya çıkana kadar Suriye’ye doğrudan karışmaması, Libya’da devreye hiç girmemesi, Türkiye’ye bir oyun alanı açtı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ve Ak Partililerin çok övündüğü “tam bağımsızlıkçı” dış politika işte bu alan içinde uygulandı.
Ancak bu yapılırken Türkiye kendini “bölgesinin önemli, hatta en önemli gücü” olmaktan öteye taşıdı, kendini “bölgesindeki her şeyi belirleyen güç” olarak algılamaya, tanıtmaya ve daha ötesi bunu uygulamaya başladı.
Bu algı en sert duvar olarak Rusya’ya çarptı. Üst üste verilen tavizlerle (bence S-400 alımı da buna dahil) Rusya’nın öfkesi giderildi. Bugün dahil Türkiye aynı duvara çarpmaktan çok korkmaya devam ediyor.
Çarpılan bir başka duvar İsrail-Suudi Arabistan-Birleşik Arap Emirlikleri duvarıydı. Türkiye, bu güçlerle barışma yolunu arayıp bulmak zorunda kaldı; en önemlisi “bölgesinde her şeyi belirleyen güç” olma iddiasını yitirdi. Bu duvarın açtığı zarar hala tam olarak giderilmiş değil.
Ama esas duvar Amerika’ydı. Çarpışma gerçekte 2014 yılında Amerika’nın YPG/PKK’ya doğrudan silah yardımı yapmaya başlamasıyla yaşandı ama Türkiye bu çarpışmanın etkisini yeni yeni hissediyor veya kavrıyor. ABD ile duvarına biz DAEŞ’e karşı ABD ile birlikte savaşmayı reddettiğimiz için çarptık, topçumuzu devreye sokup Kobani’yi kurtarmadığımız için, Suriye’de ardı ardına yanlış seçimler yaptığımız için çarptık.
İlk çarpışma anında yarasız beresiz kaldık diye kazayı atlattık sandık ama öyle olmadı. “Stratejik ortak” dediğimiz Amerika, göstere göstere rotasını Türkiye’den başka yerlere kırdı, biz Amerikan Başkanıyla arada bir telefonda konuşmayı bu ülkeyle “iyi ilişkiler” için yeterli sandık.
Şimdi Türkiye 2014 yılında yaptığı stratejik hatanın, başını sonunu fazlaca düşünmeden ve kendi elini yüksek oynayarak yaptığı bir dış politika tercihinin bir başka sonucunu, Yunanistan ile arasında bozulan askeri dengeyi konuşmaya başladı. Tarihte belki de ilk kez Ege’de hava üstünlüğünü Yunanistan’a kaptırmak üzereyiz; Amerikan silah ambargosu altında yaşadığımız 70’lerin ikinci yarısında bile bu olmamıştı.
Uzun lafın ve maceranın kısası şu: Biz Amerika’ya “Kendi başımıza ayakta dururuz” dedik, o da bize “Peki dur öyleyse” cevabını verdi.
Şimdi de tam bu sebeple Amerika’ya yeniden kızmaya başladık.