Seçim yayınlarının bir bölümünü özellikle aHaber’den takip ettim; sonuçların orada nasıl yorumlandığını merak ediyordum.
Sonra başka kanalları gezerken de hep iktidara yakın isimlerin değerlendirmelerine daha fazla kulak kabarttım. Acaba yenilgiyi onlar nasıl okuyordu?
Geçmiş seçimlerde CHP’ye yakın kimi yorumcuların seçim sonuçlarını inkara yeltenmesine, partisi veya adayı kaybediyor diye seçimde hile aramasına çok tanıklık ettik; acaba aynısı olacak mıydı?
Hayır, olmadı. Seçim sonucunu inkar edene de, bu yenilginin arkasında bit yeniği arayana da en azından ben denk gelmedim.
Ama CHP’nin seçim zaferini küçümseyene (‘Zaten bu sadece bir yerel seçim’) veya seçim öncesi propaganda döneminde takılıp kalmışlara (‘DEM partisiyle sandıkta ittifak çalışmış’) çok denk geldim.
Haksızlık etmeyeyim, bu isimler Ak Parti’yi de eleştiriyordu. Düne kadar hiç gündeme getirmedikleri emekli maaşları meselesinden ekonomik zorluklara kadar bütün hükümet eleştirilerinin seçim yenilgisinde rol oynadığını düşünüyorlardı.
Ve evet, ortak özellikleri seçimi sadece Ak Parti açısından, okumalarıydı; CHP’nin seçimi neden ve nasıl kazandığını hiç düşünmüyorlardı, onlara göre Ak Parti kaybettiği için CHP kazanmıştı.
Bu değerlendirmelerin hepsi elbette saygı değer. Televizyon ekranında tarafsız futbol yorumcusunu unuttuğumuz gibi tarafsız siyasi analisti de çoktan unuttuk, o yüzden bazılarımızda bir refleks gelişti, konuşanın söylediklerini onun siyasi kimliğiyle birlikte dinliyor, kendi aklımızdan onun söylediklerinden ister istemez bazı eksiltmeler yaparak kendi dengemizi koruyoruz. (Bu refleksi geliştirmeyenler ise konuşan kafa programlarını futbol programı izler gibi, hep kendi tuttukları takımın kayırılmasını bekleyerek izliyorlar.)
Beni en çok şaşırtan teşhislerden biri, ‘DEM partisiyle ittifak çalışmış’ tespitiydi. Tespit yanlış değil; örneğin İstanbul’da yüzde 7-8 potansiyeli olan DEM Parti Başkan adayı Meral Danış Beştaş sadece yüzde 2,1 oy alabildi. Ama bu tespiti yapanlar dönüp haftalarca tefe koydukları Yeniden Refah’ın adayı Mehmet Altınöz’ün oyuna bakmadılar; o da sadece yüzde 2,59 oy almıştı.
Gerçek şuydu ki, İstanbul’da Ekrem İmamoğlu ile Murat Kurum; Ankara’da Mansur Yavaş ve Turgut Altınok; İzmir’de Cemil Tugay ve Hamza Dağ; hepsini tek tek saymayayım şimdi, büyük şehirlerin tamamında ilk iki aday geçerli oyların yüzde 90 ve üzerindekini toplamışlardı.
Yani, geçmişin yerel seçimlerine kıyasla oyların iki adayda odaklandığı, taraflardan birinde resmen kurulmuş Cumhur İttifakı’nın olduğu, karşısında ise resmen herhangi bir ittifak oluşturamamış CHP’li adayların bulunduğu bir seçim yaşadık. (CHP resmen ittifak kuramayınca son çare ‘Sandıkta ittifak’ diye bir kavram kullandı, işte gerçekleşen şey bu oldu.)
Türkiye’nin pek çok yerinde ikili yarış yaşanmasını sağlayan şey, neredeyse ‘organik’ bir durumdu. Türkiye seçmeni, iki seçim geçirdikten sonra başkanlık sistemine uyum sağlamış, belediye başkanlıkları için çoğunlukla stratejik oy kullanır olmuştu.
Ekrem İmamoğlu’nun yüzde 51’i, Mansur Yavaş’ın yüzde 60’ı bulmasını sağlayan, onların Cumhur İttifakı karşısında ‘kazanabilir aday’ olarak görülmesi ve seçmenin stratejik tercih kullanmasıydı.
Geçmişte yerel seçimde seçmen böyle şeyler yapmaz, stratejik oy neredeyse hiçbir zaman kullanmazdı. Tayyip Erdoğan’ın 1994’te İstanbul’da seçilmesini sağlayan işte bu stratejik oy kullanma alışkanlığının olmamasıydı; iki merkez sol ve iki merkez sağ parti yarışmıştı o seçimde ve Erdoğan oldukça düşük bir oyla aradan sıyrılmıştı. O seçimde bugünkü gibi başkanlık sistemi alışkanlığı bir stratejik oy kullanma alışkanlığı olsa, Tayyip Erdoğan o oyu alamazdı; seçmeni ‘Boşa gitmesin’ diye düşünür, mesela İlhan Kesici’ye oy verirdi.
İşin ilginci, Türkiye’ye başkanlık sistemini getiren Tayyip Erdoğan’ın seçmenin bu sistemi yerel seçime de uyarlayacağını düşünmemesi veya çok geç düşünmesi.
Hatırlayın, Ak Parti propaganda makinesinin ve Tayyip Erdoğan’ın bu seçimde ağırlık verdiği konulardan bir tanesi, CHP adaylarının İstanbul ve Ankara’da resmi ittifaklar kurmasını engellemekti. İyi Parti’nin Millet İttifakı’nı bozması, ardından DEM’in kendi adaylarıyla seçime girme kararı alması aslında Ak Parti’yi sevindirmişti.
Ama diyorum ya, Tayyip Erdoğan partiler düzeyindeki anlaşmaların da ayrılıkların da hükmünün bir yere kadar olduğunu en iyi bilecek isim olarak, başkanlık sisteminin seçimlerinden geçme bir alışkanlığın bu kadar kabul görmesini önceden fark edemedi.
Yine haksızlık etmeyeyim; Erdoğan bu ‘sandıkta ittifak’ın oluşması ihtimalinden kurtulmak için İstanbul’da da, Ankara’da da seçim kampanyasına doğru dürüst katılmadı, buralarda az gözüktü. Kendi isminin kutuplaştırıcı ve rakip seçmeni birleştirici etkisinin farkındaydı. Ama yine de sandıkta ittifakın kurulmasının önüne geçemedi.
Geçemezdi de, çünkü seçim propaganda stratejisinin önemli bir ayağını ‘Merkezi yönetimle uyum içinde yerel yönetim’ söylemi oluşturuyordu. Yani Erdoğan kendisi ortada olmasa bile yaptığı bu dolaylı tehditle (‘Bizim adaya oy vermezseniz hizmetiniz aksar’) her zaman vardı.
Bu da, rakip seçmeni stratejik oy kullanmaya itti. Devletin seçime müdahil olmasından hoşlanmamışlardı.