Siz siz olun, Marmara’da tutulmuş balıkları yemeyin

İsmet Berkan

Yaz başında başta İstanbul ve İzmit kıyıları olmak üzere bütün Marmara’yı kaplayan deniz salyasını hatırlıyor musunuz? Elbette hatırlıyorsunuz ama aklınıza getirmemeye çalışıyorsunuz.

Görevi bu salyadan bizi kurtarmak olan başta Çevre Bakanlığı ve belediyeler olmak üzere kamu kurumları da; görevi okuyucu ve seyircileri adına o kamu kurumlarının işlerini yapıp yapmadığını denetlemek olan medya kuruluşları da aynen sizin gibi düşünüyor işte. Salya konusunu akıllarına getirmek istemiyorlar.

Oysa biz düşünmüyoruz diye ülkemizin tarihinde yaşanan en büyük çevre felaketi kendiliğinden yok olup gitmiyor. Orada, denizin içinde duruyor, denizi öldürmeye devam ediyor.

Gerçek şu: Marmara Denizi’ni salyadan kurtarmak için hiçbir şey yapmadık.

O ilk fotoğraflar geldiğinde panik halinde “zirve”ler düzenledik, “bilim kurulları” kurduk, nutuklar attık, belediyelerin deniz yüzeyi çöp toplama araçlarıyla yüzeydeki gri salya ölüsünü topladık ve sonra da konuyu kapattık.

Oysa deniz salyası orada duruyor. Yüzeyden topladığımız şey, bu salyayı oluşturan plankton ölülerinin sadece küçük bir bölümüydü. O ölü planktonların bizim topladığımız tonlarcasından kat be kat fazlası bazı yerlerde denizin dibine çöktü, bazı yerlerde deniz yüzeyinin metrelerce altında bir bulut gibi asılı duruyor.

Marmara Çevresel İzleme Projesi (MAREM) diye bir proje var epey zamandır devam eden. Bu proje kapsamında Marmara Denizi genelinde toplam 200 istasyon ve 450 farklı noktada araştırma yapıldı. Projenin yürütücüsü hidrobiyolog Levent Artüz, birartibir.org adlı web sitesinden Anıl Olcan ve Siren İdemen’e kapsamlı bir mülakat verdi, salyanın durumunu ve hepimizi bekleyen tehlikeyi anlattı.

Normal bir ülkede yaşıyor olsak, Artüz’ün bu geniş mülakatı günlerdir manşetlerden inmiyor, TV tartışmalarında uzman kişiler saatlerce bu konuyu konuşuyor ve Çevre Bakanlığı ile Tarım Bakanlığı ve elbette başta İstanbul olmak üzere büyük belediyeler hesap vermeye zorlanıyor olurdu.

Neden hala Ergene Nehri sanayi atıklarını denize taşımaya devam ediyor? Neden Nilüfer Çayı, Bursa sanayisinin bütün atığını denize döküyor, neden Bursa, Kocaeli ve İstanbul dahil Trakya’daki sanayi tesisleri ileri kimyasal ve biyolojik arıtma yapmıyor? Neden İstanbul başta olmak üzere kentlerin kanalizasyonu biyolojik arıtma olmadan denize akmaya devam ediyor? Neden tarımda kimyasal gübre kullanımı kontrol altına alınmıyor, toprağın ememediği gübrenin akar sulardan denize ulaşması engellenemiyor?

Evet, Marmara Denizi’ni öldüren şeyler bunlar. En başta azot ve kükürt geliyor. Azot ve kükürt bolluğu su içinde plankton nüfusunun patlamasına neden oluyor. Bu patlama diğer canlıların hayat alanını daraltıyor, denizdeki oksijenin çok azalmasına, diplerde tamamen oksijensiz bölgeler oluşmasına neden oluyor. Oksijensizlik yengeçleri, karidesleri öldürüyor. Ve bu ölümler besin zinciri boyunca devam ediyor.

Denizi kurtarmak için denizi kirletmeyi kontrol altına almamız ve bu arada o plankton nüfusunu azaltacak bilimsel çözümlere yönelmemiz lazım. Bu bilimsel çözümleri zamanında Baltık Denizi’nde uyguladılar, Türkiye merak edip bakmadı bile.

Bakın, az önce sözünü ettiğim mülakatında Levent Artüz çok vahim bir bilgi veriyor. Biraz kısaltarak aktarıyorum:

“İstavriti açtık ve deforme olmuş üreme organlarını ve karaciğer dokusunu gördük. Sahiden de balığın cinsiyeti tayin edilemiyordu. Balıkların karaciğerleri de çok kötüydü. 200 istavriti inceledik, hepsi bu durumdaydı. Gördük ki, numune aldığımız istavritlerin hepsi hasta! İstavritlerin sindirim sisteminde vibrio bakterisi vardı. Farklı balıklarda da aynı hastalık söz konusuydu. Bu durum çok tehlikeli. Çünkü vibrio insanlarda ve hayvanlarda sindirim sistemini etkileyen ve ishal gibi hastalıklara neden olan bir bakteri türü. Bu bakteri balıklara beslenme yoluyla bulaşıyor. Şu sıralar lüfer ve palamut göçü var. Bunlar hasta istavritleri yediklerinde hastalığı göç ettikleri bölgelere taşıyacaklar. Palamut ve lüfer Karadeniz’den gelip Akdeniz’e göç ediyor. Göç zamanında istavrit yiyerek besleniyorlar. Orkinos veya kılıç balığı gibi daha büyük balıklar da palamutu veya lüferi yiyor. Enfekte olmuş istavriti yiyen palamut onu yiyen orkinosu da hastalandırma riskini taşıyor. Dolayısıyla hastalığın Ege ve Akdeniz’e yayılma riski var. Hatta hastalık lüfer sayesinde Cebelitarık’a kadar yayılabilir, Marmara’dan diğer denizlere de sıçrayabilir.”

Görüyor musunuz yaptığımızı?

Kendi çocukluğumdan hatırlarım, İstanbul’da balıkçılar Kılıç, zaman zaman da Orkinos balığı yakalarlardı. Boğaz her yalının bir de “ıstakoz sepeti” olurdu; evet boğazda ıstakoz vardı.

Bu türlerin hiçbiri yok. Menekşe ile Ambarlı arasında çapariyle balığa çıkar bol bol uskumru yakalardık. Yeşilköy’ün bir mahallesinin adı boşuna “Çiroz” değildi; mevsiminde iplere asılı çirozlar olurdu.

İstanbul kıyılarında en son 1981 yılında denize girdim. 40 yıl olmuş.

O arada Almanya oksijen miktarı sıfıra düşen, içinde mikroskopik hayat bile kalmayan Ren nehrini temizledi, hayatı bu nehre geri getirdi.

Bizse yüzmekten vaz geçtik, artık balık da yiyemiyoruz.

Yorum Yap
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Yorumlar (36)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.