Elbette seçimi kimin kazanacağını bilmiyoruz ama bildiğimiz bir şey var; bu seçimde birbirine taban tabana zıt iki ekonomik yönetim anlayışı yarışıyor. Bu denli net ayrışma daha önce benim hatırladığım kadarıyla hiç olmamıştı. O bakımdan, seçmen tarafından tarafların ekonomik yaklaşımları arasındaki derin farka bakılıyor mu bilmiyorum ama sonuçları itibarıyla bu kadar keskin farklılık yaşanacak bir başka seçimimiz olmamıştı.
Bir yanda Tayyip Erdoğan var elbette. Baktığınızda o şu anki ekonomi politikasını başarılı buluyor. Erdoğan’a göre temelde ekonomi yavaş da olsa büyümeye devam ediyor, yavaş da olsa istihdam yaratıyor, yavaş da olsa enflasyon düşüyor. Gidişat iyi yöne doğru, ona göre yapılması gereken bazı ‘ince ayarlar’ var, hepsi o kadar.
Bu, büyük ölçüde gerçeğin bir bölümünü inkara dayalı bakış açısı bize Erdoğan’ın seçimi kazanması halinde ekonomi politikalarında öyle köklü bir değişiklik olmayacağını söylüyor.
Oysa daha şimdiden Erdoğan’ın temel politikaları değişmeye başladı; geçmişte bütün şirketler kesimine düşük faizli kredi vaat eden Erdoğan ekonomisi uzunca bir süredir sadece seçilmiş şirketlere ve seçilmiş sebeplerle düşük faizli kredi veriyor. Mevduat faizi de, kredi faizi de Merkez Bankası’nın faizine hiç benzemiyor.
Kemal Kılıçdaroğlu kazandığında ise ne çeşit bir ortodoks politika demetine dönüleceğini biliyoruz ama bunun hızını ve uygulanma biçimini kestirmek kolay değil. Yine de, Kılıçdaroğlu’nun programı daha az belirsizlik içeriyor; çünkü Tayyip Erdoğan’ın programı sürdürülemez bulunduğu için her an o da kısmi ortodoks politikalara sapabilir.
Çok sayıda büyük sorun var ama galiba seçim sonrasıyla ilgili en büyük sorun, bütçe açığının nasıl idare edileceği. Daha şimdiden seçim ekonomisi harcamaları yarım trilyon liraya ulaşmış durumda. Buna deprem için yapılan ve yapılacak ekstra harcamaları da eklediğinizde inanılması zor büyüklükte bir ek bütçe ihtiyacıyla karşı karşıya kalacağımız kesin gibi.
Bu açığı ne şekilde finanse edeceğiz? Tayyip Erdoğan’lı senaryoda dış finansman imkanı son derece sınırlı ve pahalı. İçeride doğrudan vergiler ve enflasyon vergisi yoluyla bir finansmana gidilmesi kaçınılmaz ve korkarım bütçe açığının esas büyük bölümünü enflasyon vergisi yoluyla kapatmaya çalışacağız.
Kılıçdaroğlu’lu senaryoda bir süre sonra dış finansmanın kolaylaşması beklenebilir ama orada da enflasyon vergisinden kaçmanın bir yolu gözükmüyor.
Her şart altında döviz kurlarının bugünkü seviyesine göre oldukça fazla yükseleceğine dair yaygın bir beklenti daha şimdiden piyasaları sarmış durumda.
Hükümet bu beklentinin seçim öncesi bir büyük kur sıçramasına neden olmaması için kur korumalı mevduatta bir dizi gevşemeye gitti, faiz üst sınırını kaldırıp Hazine yükünü azaltmaya çalıştı; vade sınırını kaldırıp yatırımcıları dolar almak yerine buraya çekmeye çalışıyor.
Bu yılın ilk iki ayında 26 milyar dolar gibi inanılması zor bir dış ticaret açığı yarattığımız hatırlanacak olursa, Türkiye’nin en fazla ihtiyaç duyduğu şey olan dövizi harcamaya devam ettiği de görülür zaten.
Meşhurdur, Keynes ‘Orta vade, uzun vade’ tartışmalarına sinirlenip ‘Uzun vadede hepimiz öleceğiz’ demişti. Şu an öyle bir durumda yaşıyoruz ki, ‘kısa vade’den ve ‘orta vade’den kastımız bundan 40 gün sonraya, 14 Mayıs’a erişebilmek.
Hepimiz için Cumhurbaşkanı seçiminden sonrası artık bir çeşit ‘uzun vade.’
Biz siyasete gömülmüşken Kore’de pil devrimi oldu…
Türkiye ile dünyanın gelişmiş bölümleri arasında epey uzak bir mesafe var. Biz bu mesafeyi son 300 yıldır konuşuyoruz, zaman zaman mesafeyi kapatma yolunda yoğun çabalarımız da oluyor ama mesafe de hep kalıyor.
Mesafeyi yaratan çok faktör var ama en önemlisi dünya ekonomisinin giderek daha fazla, hatta artık tamamen bilime ve teknolojik yeniliklere dayanması, Türkiye’nin ise bu iki alanda geride kalması yatıyor.
Zaman zaman bilim ve teknolojideki değişiklikler, hiç değilse bazı alanlarda bu mesafeyi kapatma, azaltma fırsatı veriyor ama Türkiye o fırsatları pek kullanamıyor. Oysa Japonya, Güney Kore ve son olarak da Çin tam da o fırsatları kullanarak bugünkü konumlarına geldiler.
Türkiye açısından bir sıçrama fırsatı, elektrikli otomobillerin bir gerçek olmasını sağlayan piller ve pil teknolojileri konusunda olabilirdi, aslında hala da olabilir.
Ama hafta sonunda Güney Kore’nin iki üniversitesinden gelen bir haber, bu alanda bir fırsatın daha kaçtığını bize gösterdi. Malum, elektrikli otomobillerin pillerinde ‘anod’ olarak lityum-ion kullanılıyor.
Kore’nin iki üniversitesinden bilimciler, bu anod’ta birbirine polimerik bağlarla bağlı silikon kullanmayı denemiş ve pillerin kapasitesini 10 kata varan oranda arttırmayı başarmış. Kore’nin otomobil endüstrisi için müthiş bir haber bu doğrusu.