Evet Osman Kavala ve arkadaşlarının aldığı son mahkumiyet kararıyla ilgili olarak ben de Taha Akyol gibi düşünüyorum; bu dava Yargıtay’dan, orası olmadı Anayasa Mahkemesi’nden, orası da olmadı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nden dönecektir.
Yine Taha Akyol’un yerinde tespitinde olduğu gibi, böyle mahkeme mahkeme sıralamamın nedeni, Türkiye’de hukukun ve hukuki öngörülebilirliğin kalmamış olması. Yoksa, daha ilk derece mahkemesinde beraat çıkması, hatta zaten bu davaların hiç açılmamış olması gerekirdi.
Bakmayın siz iktidarın propaganda makinesinin bazı köşe yazarları aracılığıyla “Ama Gezi darbe teşebbüsüydü, cezasız mı kalmalıydı” diye yazmasına ve “Oh oldu Kavala’ya” tadında ironi yapmasına; ne Gezi bir darbe teşebbüsüydü ne de öyle organize bir hareketti. En başında, polisin ağır tahriki olmasa kendi halinde bir çevreci eylem olarak sönüp gidecek bir protestoydu sadece. Gezi olayları nedeniyle birisi yargılanacaksa o sabah çevreci eylemcilerin çadırlarını yakan belediye görevlileri ve polisler yargılanmalıydı; illa bir komplo aranacaksa onların arkasındaki güç araştırılmalıydı, başkası değil.
Böyle diyorum ve Osman Kavala ile arkadaşlarının sonunda beraat edeceklerine inanıyorum ama gözümün önünden de 18 yıla mahkum edilerek tutuklanan Tayfun Kahraman’ın adliye koridorunda küçük kızıyla vedalaşmasının görüntüleri gitmiyor bir türlü.
Evet, elbette Tayfun Kahraman da serbest kalacak, kızına kavuşacak ama gelin siz babasından ayrı geçireceği günleri, haftaları, ayları, belki yılları küçük Vera’ya anlatın.
Veya gelin, oğlu yıllardır hapiste çürüyen ve kendisi 90 küsur yaşındaki Necla Kavala’ya, eşini görebilmek için Silivri yollarında perişan olan Ayşe Buğra’ya “Yargıtay, o olmazsa AYM, o da olmazsa AİHM” diye hukuki süreci anlatın…
Kolayca unutuveriyoruz, gerçek insanlardan söz ediyoruz bu davalar söz konusu olduğunda. Siyasetçi mahkemeye talimat verdiğinde, kendisi Ak Parti’den milletvekili aday adayı olmuş, eşi FETÖ itirafçısı biri kağıda “Ağırlaştırılmış müebbet” yazdığında, bundan eti kemiği duyguları olan insanlar etkileniyor.
Osman Kavala’yı 1982-83’ten beri tanıyorum. Mahalle komşusuyuz uzun zamandır; zaman zaman sokakta, salı günleri kurulan pazarda karşılaşır ayaküstü sohbet ederdik. Ben onun yüksek sesle konuştuğuna bile tanık olmadım; bırakın darbeye teşebbüs etmeyi.
Onunla birlikte mahkum edilenler arasında sahiden yakın tanıdığım başkaları da var; onları ve geride bıraktıklarını düşündükçe yüreğim sıkışıyor.
Gazeteciliğin yanında köşe yazısı da yazmaya 1994 yılında YeniYüzyıl’da başladım. O gazetenin aynı zamanda sorumlu yazı işleri müdürüydüm ve haftanın iki gününü adliyelerde ve Beşiktaş’taki DGM’de geçiriyordum; gazete haber merkezindeki arkadaşlarım kadar avukatlarımla da mesai yapıyordum.
Saymaya hiç girişmedim ama köşe yazısı olarak yazdığım yazılar içinde ifade özgürlüğüne ve yargı sistemine ilişkin olanların sayısı, esas işim olan gündelik siyaseti analiz etmeye çalışan yazılarım kadardır, hatta belki daha fazladır.
Daha en baştan itibaren, dile getirilen fikrin ne olduğuna bakmaksızın prensip olarak ifade özgürlüğünden yana tutum aldım. Tayyip Erdoğan’ın bir şiir okuduğu için mahkum edilmesini “bizim” mahallede en fazla eleştirenlerden biriydim.
Şunu biliyorum: Dünyanın neresinde ifade özgürlüğü yargılama konusuysa orada hukuku ve yargıyı kendine araç haline getirmiş bir siyasi anlayış vardır.
Türkiye’nin 90’lı yılları, hukukun bu anlamda araç haline getirilmesinin şahikalarından biriydi. “Eski Türkiye”nin devleti, vesayetini yargı yoluyla icra ediyordu.
Peki “eski Türkiye” böyleydi de şimdi Tayyip Erdoğan’ın kurduğu “yeni Türkiye” farklı mı? Hayır. Günümüzde yargının araç haline getirilmesi 90’lı yıllardan, hatta bütün vesayet yıllarından çok daha ağır biçimde uygulanıyor.
Ben kendi ömrümde bu denli ağır bir baskı ve kısıtlama dönemini sadece 12 Eylül rejimi sırasında yaşadım; o rejim bile 1984’ün sonunu göremedi, çözüldü gitti. Oysa şimdi yaşadığımız karanlık hiç bitecek gibi durmuyor.
Neden bu kadar kötümserim? Hayır, seçimi Tayyip Erdoğan’ın yeniden kazanmasını beklediğimden değil; seçimi kim kazanırsa kazansın eldeki bu tuhaf ideolojik yargı organının tutum değiştireceğini düşünmediğimden. Bazı savcılar ve yargıçlar öyle militanlar ki, iktidarda kimin olduğu onların çok da umurlarında olmayacak. Onlar mesleklerinin adalet dağıtmak değil, toplumu belli bir “ahlak”la terbiye etmek olduğunu düşünüyorlar.
Buradaki “ahlak”ı siyasi görüşten hayat tarzına kadar hayatın her alanına yayılan bir “iyi-doğru-güzel” anlayışı olarak okuyun lütfen. Türkiye’de adına “siyasi mücadele” denen şey böyle bir şeydir; topyekün bir savaştır, her alanı kapsar. Sadece günümüz iktidarı değil muhalefeti de bu savaşı böyle görür, topyekün bir karşıdaki “ahlak”ı yok etme mücadelesi olarak.
Kötümserliğimin ikinci bölümü de bu: Bugün iktidarın oyuncağı olan yargının yarın muhalefetin intikam aracına dönüşmeyeceğinin bir garantisi var mı? Hayır yok.
Türkiye’de siyaset iyi örneklerden değil kötü örneklerden öğrenir. Etrafınıza bir bakın, ne çok Tayyip Erdoğan göreceksiniz.