Geçen gün bir dost meclisinde laf kaçınılmaz biçimde siyasete gelince, bir arkadaşımız, “Ben anlamıyorum” dedi, “Nasıl oluyor da hala üç kişiden biri AKP’ye oy veriyor?”
Bu basit gibi gözüken cümlenin arkasında çok katmanlı ve çok karmaşık bir durum var.
Seçmenin oy verme davranışı son derece karmaşık bir dizi faktör üzerinden belirlenir. Yapılabilecek en büyük hata, bütün seçmeni tek bir kişi sanmak ve o tek kişinin davranışının bir veya iki faktöre indirgenebileceğini düşünmektir.
Ak Parti’nin ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın bütün bu ekonomik krize, yaygın açlığa, özgürlüklerin alanındaki büyük daralmaya ve başarısız yönetime rağmen hala bu seçmenin üçte birinin, yani 20 milyondan fazlasının oyunu alabiliyor gözükmesi ve daha önemlisi hala anketlerde en büyük parti olarak birinci sırada durması, üzerinde durulması, dersler çıkarılması gereken çok önemli bir konu.
Tabii bir şeyi unutmamak gerek: Bugün yüzde 30 ve civarında bir oya sahip gibi gözüken Ak Parti ile Recep Tayyip Erdoğan daha dün denebilecek bir zamana kadar sırasıyla yüzde 49 ve yüzde 54 seviyelerindeydi. Yani, partide ve liderde aslında muazzam bir oy kanaması var, üstelik bu kanama bitmiş değil.
Türkiye’de muhalefetin bize anlattığı büyük çöküş ve felaket hikayesi ile kendi gündelik hayat tecrübemizi bir araya getirdiğimizde, bazılarımız Ak Parti ile Erdoğan’ın hala siyaseten var olmasını bile anlamlandıramıyor, “Çoktan yok olup gitmeliydiler” diye düşünüyor.
Fakat aklımızda tutmamız gereken bir şey var: Nasıl muhalefet bize bir büyük öykü anlatıyorsa, Tayyip Erdoğan ve iktidarı da başka bir öykü anlatıyor. İçimizde bazılarının Erdoğan’ın anlattığı öyküye inanmaması, hatta sinirlenmesi veya gülüp geçmesi nasıl son derece normalse, toplumda birilerinin bu öyküye inanıyor, onun gerçek olmasını diliyor olması da son derece normal.
Üstelik Tayyip Erdoğan’ın bize anlattığı öykünün bir büyük dezavantajına karşılık çok sayıda avantajı da var.
Birincisi bu öykünün sürükleyici bir kahramanı var, bizzat Tayyip Erdoğan. Sonra bu öykü bizi mutlu sona ulaştırmayı vaat ediyor; Türkiye dünya lideri olacak. Öykü, anlatılan hikayeyle özdeşleşmemiz için ve içinde kendimizi bulabilmemiz için bir sürü kimlik ögesiyle de dolu; aynı anda hem kültürel değerlerimizi ve dini yüceltiyor hem milli hislerimize tercüman oluyor hem de geçmişten gelen milliyetçi genişleme rüyamızı canlı tutuyor.
Ama diyorum ya bir de büyük dezavantajı var bu öykünün: Yaşadığımız hayatla öykü arasında büyük uyumsuzluk var. Kısacası öykü gerçek değil; zaten o yüzden giderek daha az insanı kendine inandırabiliyor; oy kanaması o yüzden bir türlü durdurulamıyor.
Erdoğan’ın anlattığı öykü ne kadar hayali olursa olsun içinde bir sürü gerçek unsuru da barındırıyor. Şüpheye düşen insanların aklına birden duble yollar geliyor, sağlık hizmetlerine erişimin kolaylaşması geliyor, devletten yakacak veya yiyecek yardımı almanın zahmetsizleşmesi geliyor ve “Erdoğan geçmişte yaptı, yine yapar” inancı tutunacak bir dal, günlük sevimsiz gerçeğe rağmen ona oy vermeye devam etmenin bir unsuru haline geliyor.
Seçimler toplamı sıfır olan bir oyun. Birinin kazancı, diğerinin kaybı demek. O yüzden, Erdoğan’ın anlattığı hikayeden kaçışın hızını, ona muhalif olanların anlattığı hikayenin gücü de belirliyor.
Baktığınızda muhalefetin en iri partisi olan CHP’nin Ak Parti’nin oy kaybettiği hızda oy kazanmadığını görüyorsunuz. İktidarın kaybı, henüz muhalefetin kazancı olarak haneye yazılmış değil. Yani gelecekteki seçimi kimin kaybedeceğini bir ölçüde biliyoruz ama kimin kazanacağını bilmiyoruz.
Bu bilmeme hali temelde muhalefetin bize anlattığı öyküden kaynaklanıyor. Bazı büyük sorunları var bu öykünün.
Birincisi bir kahramanı yok; onun yerine pek de birbirine benzemeyen, zaten zaman zaman çelişen bir “kollektif kahramanlık” var. Bu, hikayeye inanmamızı zorlaştırıyor.
İkincisi, hikayenin bir mutlu sonu yok. Bize en fazla vaat ettiği şey “Artık Tayyip Erdoğan olmayacak” cümlesi. Bu da tek başına bir “mutlu son” olmak için yeterli değil.
Üçüncüsü bizi olduğumuz yerden alıp daha iyi bir yere götürme hayalini de içermiyor; en fazla “Bir anormallik içinde yaşıyorsunuz, hayatınız normal olacak” diyor.
Dördüncüsü bize ortak bir kimlik, “bu işte birlikteyiz” duygusu, “işte beni temsil eden şey bu” duygusu vermiyor bu hikaye. Çünkü altı partiyi zor bela bir arada tutabilen son derece zorlu bir diplomasiyle oluşturulan bu hikaye özenle ideolojiden ve hatta siyasetten uzak duruyor. Kastettiğim kurucu siyaset.
“Nasıl yüzde 30 hala AKP’ye oy veriyor” sorusunun cevaplarının bir kısmı bu. Zaman zaman buraya döneceğim.