Bundan 100 yıl önce, Viyana dünyanın en önemli bilim ve felsefe merkezlerinden biriydi. Orada bir grup felsefeci, “Viyana Grubu” adıyla bir kafede toplanıyor ve felsefe konuşuyorlardı.
Gruptakiler “mantıksal pozitivizm” adı verilen felsefeye inanıyorlardı. “Mantıksal pozitivizm” sadece doğrudan gözlem, mantıksal kanıtlama veya doğrulanmış içeriğe sahip olması halinde bir önermenin “doğrulanabilir” olduğunu öne süren akımın adı.
Viyana grubu, Moritz Schlick tarafından kurulmuştu. Onların düzenli toplantılarına davet edilmek ve katılmak 1920’ler Viyana’sında bir bilim cinin, bir düşünürün, bir aydının elde edebileceği en prestijli şeylerden biriydi.
Geçen hafta burada kanıtlamasıyla matematiği alt üst ettiğini anlattığım büyük matematikçi-mantıkçı Kurt Gödel, çok genç yaşından itibaren bu toplantılara davet edilenlerden biriydi.
Ancak Gödel’in grubun temel görüşü olan mantıksal pozitivizmle bir sorunu vardı. Doğrudan gözlenemeyen gerçeklerin de bulunduğunu düşünüyordu, mesela matematiksel önermeler.
Aslına bakacak olursanız mantıksal pozitivizm, 17. yüzyılda başlayan Aydınlanma Düşüncesi’nin, 19. yüzyıla damgasını vuran her türlü pozitivizmin neredeyse doğal bir uzantısıydı.
Daha önce yazdım, 19. yüzyılda Batı düşüncesinde hakim olan şey, bilimin egemenliğiydi. Sir Isaac Newton’un kütle çekimin kurallarını bulması ve gezegenlerin hareketleri dahil her şeyi izah etmesi, bilime “yeterince uğraşır her şeyi ölçebilir ve bütün bilim kanunlarını bulursak geleceği de görebiliriz” diye özetleyebileceğim bir anlayışın yerleşmesine neden olmuştu.
Belirlenimcilik (determinizm) adı verilen bu anlayış bilim ve felsefede yerleşirken ortaya sadece doğayı anlama çabasından ibaret olan ‘bilim’in yanına eklenmek üzere “beşeri bilimler” çıkmaya başladı. Sosyoloji ve ekonomi, bir an önce doğa bilimlerinin araçlarını, daha çok da matematiği kullanarak mesela kimyanın moleküllerde başardığını toplumlar üzerinde başarmak istiyordu.
Bilimde nasıl ilerleme varsa ve saatin oku nasıl hep ileriyi gösteriyorsa, toplumsal olaylarda da “ilerleme” vardı; tarihin oku hep ileriyi gösteriyordu; toplumlar da az gelişmişlikten çok gelişmişliğe doğru ‘ilerliyor’du.
Bu ‘ilericilik’ fikrini Aydınlanma’nın bütün düşünürlerinde görebilirsiniz. Mesela Hegel’e göre insan uygarlığının ve dolayısıyla tarihin bir “yönü” vardı, sadece yön değil bir de ‘son’u vardı. Mutlu bir son.
Hegel’den diyalektik tarihçilik fikrini alan Karl Marx’a göre mesela komünist toplum oluştuğunda insanın kavgası ve dolayısıyla arayışı sona erecekti. Bir yerde tarih bitecekti.
Başka düşünürler toplumsal ilerlemenin bilim toplumuna erişildiğinde sona ereceğini öne sürüyorlardı. Bu akımın (pozitivizm) kurucusu Auguste Comte’tu, bir bilimsel disiplin olarak sosyolojiyi kuran Emile Durkheim da Comte gibi düşünüyordu örneğin.
Neyse, işin sosyal bilimler tarafı bu yazının konusunun dışında, onları ayrıca konuşuruz istenirse, ben doğa bilimlerine geri döneyim.
Anlatmaya çalıştığım bu “belirlenimcilik” akımı, son haftalardaki yazılarımın konusu olan matematiği formelleştirme, matematiği kendi içinde tutarlı kılma çabasının da her yerinde karşımıza çıkar.
Burada yazdığım kuantum fiziği serisinde anlatmıştım; önce Werner Heisenberg’in, ardından Erwin Schrödinger’in denklemleriyle ortaya çıkan “kuantum dalga fonksiyonu” veya “kuantum mekaniği” Albert Einstein’in ta 1905’te ortaya attığı “ışık aslında parçacıktır ve dalga gibi hareket eder” teorisinin doğruluğunu ortaya koydu. Arkadan Heisenberg’in meşhur “belirsizlik ilkesi” ise belirlenimciliğim tabutuna çiviyi çaktı. Çünkü atomun içindeki elektronun aynı anda hem yönünü hem hızını bilemezdik.
Fizikteki bu çok önemli gelişmeyi geçen hafta anlatmaya çalıştığım Kurt Gödel’in matematiğin içinde cevabını hiçbir zaman alamayacağımız sorular olabileceğini kanıtlaması izleyince, aslında dünya tamamen değişti. Şimdi aradan 100 yıl geçti; biz hala o zaman yaşanan değişimi kavramaya çalışıyoruz, çünkü olan çok büyük bir şey.
Bilimin her şeyi bilemeyebileceği, matematikte ise doğruluğu veya yanlışlığı hakkında karar verilemez önermeler bulunabileceği, tabiri caizse her türlü pozitivizmin ayağının altındaki halıyı çekti aldı, yerine de başka bir şey koymadı. Veya en azından şimdiye kadar koymadı.
Peki alttaki halı çekildi de ne oldu? Örneğin her şeyi bilemeyebileceğimizin farkında olan teorik fizikçiler buna rağmen aramaya devam ettiler.
Mesela Albert Einstein bu konuda en köktenci isimlerden biriydi, “Doğayı kavrayamayacağımıza inanmıyorum” dedi, çalışmaya devam etti. Hayatının son 20 yılında, en yakın arkadaşı Kurt Gödel’le neredeyse her gün bu konuyu konuştu, hatta birlikte çalıştılar.
Yazının başında sözünü ettiğim mantıksal pozitivizm aslında 1920’li yıllarda elektronun tuhaf davranışları ortaya çıktığında sona ermesi gereken bir akımdı ama bir süre daha varlığını korudu. En sonunda 1967 yılında mantıksal pozitivizmin öldüğü ilan edildi.
“Mutlak doğru”yu bulduğunu iddia eden hiçbir düşünce kalıcı değil. İnsanlık şimdi kendisini geleceğe taşıyacak yeni bir atılımın, bilimde ortaya çıkan büyük tıkanmayı aşacak bir yeniliğin peşinde.
Parça parça da geliyor o yeni…