Birilerinin, özellikle de bizi yönetenlerin davranışlarında, sözlerinde, uyguladıkları politikalarda bir arka plan aramaktan daha normal bir insan davranışı yok.
Acaba Tayyip Erdoğan şu yaptığını neden yapıyor? Amacı ne, hedefi ne? Elbette bu konulara kafa yorulacak.
Ancak bu kafa yorma işlemi her zaman çok objektif yapılmayabiliyor. Hakkında kafa yorduğumuz kişiye türlü çeşitli sebeplerle çeşitli “hikmet”ler atfedebiliyoruz.
İşte, mesela Tayyip Erdoğan’a 20 yıldır iktidarda kalması ve bunca seçimi kazanmış olmasından ötürü üstün bir zeka; üstün bir strateji geliştirme yeteneği; halkın ne istediğini ve ne konuştuğunu sezme gücü atfediyoruz.
Ona bu güçleri atfedince de, onun her söylediğini veya yaptığını bu gözle değerlendiriyoruz. Bu güçlerle birlikte onun dediklerini okuduğumuzda, davranışlarını gözlediğimizde kaçınılmaz biçimde objektiflikten uzaklaşıyoruz ve dolayısıyla yanlış sonuçlara ulaşma ihtimalimiz artıyor.
Örnek olarak Vladimir Putin’e bakalım…
Düne kadar ona atfettiğimiz hikmetlere bir bakın, bir de Putin’in Ukrayna’da yaptığı hataya…
Sovyetler Birliği’nin mirasçısı, strateji ustası, büyük güç sahibi Putin’in kendi ordusunun gücü başta olmak üzere her konuda bu kadar çok sayıda yanlış hesabı bir arada yapabileceğine ihtimal verir miydiniz?
“Hayır vermezdim” diyorsanız, geçmişte kendinizi kandırdığınızı, Putin’i olduğundan çok daha güçlü ve akıllı sandığınızı da kabul ediyorsunuz demektir. Hemen üzülmeyin, bu konuda yalnız değilsiniz, Rusya’yı bize göre çok daha gerçekçi bir gözle gördüğünü artık anladığımız Amerikan istihbarat kurumları dışında bütün dünya yanıldı Putin’in gücü ve yapabilecekleri konusunda.
Ukrayna savaşının başından beri Vladimir Putin’in başlıca zaafının başında olduğu otoriter ve aşırı merkeziyetçi yönetim sisteminden kaynaklandığını söyleyen yaygın bir görüş var.
Doğrudur, bir yönetim içinde yalakalık ve evet efendimcilik miktarı arttıkça, yöneticinin yanılma ve yanlış karar verme ihtimali de artar. Bunun böyle olduğu bütün siyasi tarh kitaplarında da yazar.
Normalde Putin veya Tayyip Erdoğan seviyesinde bir yöneticinin bu sakıncayı gidermek için etrafına kendisine her şart altında gerçeği söyleme cesaretine sahip insanları bulundurması beklenir. Yöneticiden beklenen esas bilgelik budur; alacağı her kararda karşı görüşleri de işitmek, kararını bundan sonra vermek.
Karşı görüşleri duymamaya başladığınızda gerçeklerden de kopmaya başlarsınız. Hele kendinize yağ çekilmesinden, sorgusuz sualsiz bir sadakat gösterilmesinden hoşlandığınızı belli ettiğinizde, onu tercih ettiğinizde etrafınıza duvarları da örmeye başlamış oluyorsunuz.
O duvarlar örülüp lider adım adım gerçeklerden kopmaya başladıkça, liderin hikmeti de azalıyor kaçınılmaz olarak.
***
Pazartesi akşamı Tayyip Erdoğan ekonomiyle ilgili son derece önemli bir konuşma yaptı. Konuşmanın önemi, Erdoğan’ın inandığı ve 2018’den beri adım adım uyguladığı, önümüzdeki seçime kadar da uygulamaya devam edeceği düşüncelerin kristalize biçimde ifade edilmiş olmasından kaynaklanıyordu.
Bu düşüncelerin ne kadar yanlış ve bilim dışı olduğunu dün Karar’da İbrahim Kahveci ve Oğuz Demir’den zaten okudunuz, bir de benim yazmama gerek yok. Bana soracak olursanız bu aşamada artık önemli olan, Tayyip Erdoğan seviyesinde bir kişinin, yani 84 milyon nüfuslu bir ülkenin bir numaralı yöneticisinin nasıl olup da bu kadar yanlış bir fikri bu karar ısrarla savunduğunu anlamak.
Yaptığı şeyin doğru olduğunu düşünüyor. Belli ki etrafında bir tek kişi bile ona “Bu yaptığınız yanlıştır” dememiş veya diyememiş.
En basiti şunu söylememişler Erdoğan’a: Türkiye’de sanayinin kapasite kullanımı yüzde 80’e geldi dayandı; bu fiilen yeni bir kapasite kalmadı demek. Yani Türkiye üretebileceğinin sınırında; daha fazlasını üretemez zaten.
Daha fazlasını üretmek için yeni yatırım yapması lazım. Yeni yatırım için istikrarlı, yatırım yapılabilir bir ortam olması lazım. Sadece 5 ayda doların fiyatının yüzde 60 arttığı bir yerde “istikrar”dan söz edebilir miyiz? Tam da bu yüzden, sanayicinin kapısının önünde müşteriler bekliyor olsa bile o yeni yatırım yapmıyor, yapamıyor.
Kaldı ki, dövizin fiyatının bu kadar hızla değiştiği bir ülkede maliyetleri hesaplamak da, kazancı hesaplamak da imkansıza yakın zorlukta şeyler. “Çok çalışıyorum, çok kazanıyorum” sanıp batmak da var. Zaman yabancı para cinsinden borçlanma zamanı değil, tam tersine yabancı para cinsinden borçları kapatma zamanı.
Evet, bizim gibi ülkelerde “fiyat istikrarı”na dövizin fiyatı da dahildir. Dövizin fiyatı hem genel anlamda enflasyonu belirler hem de enflasyonun kendisinden etkilenir çünkü.
“Biz büyümeyi ve istihdamı tercih ettik” diyor Erdoğan ama yıl ilerledikçe göreceğiz, büyüme de olmayacak; çünkü yatırım yok.
“Tayyip Erdoğan böyle bir şey yaptığına göre bir bildiği vardır mutlaka” diye düşünmek istiyor insan ama görüyoruz işte, yok aslında bir bildiği.
Daha doğrusu, bütün bildiği, etrafında ona sürekli “Evet efendim” diyenlerin bildikleriyle sınırlı.
Onların da sırtında yumurta küfesi yok.