Bir soru: Ana muhalefet liderinin yumruklandığını, burnunun kırıldığını duydunuz, aklınıza ilk ne gelir?
“Kim yapmış, neden yapmış, nerede yapmış” gibi sorular dışında başka bir şey benim aklıma gelmezdi herhalde. Nitekim, 1996 yılı Aralık ayında Mesut Yılmaz’ın Budapeşte’de saldırıya uğradığını duyduğumda da bu soruları sormuştum, başka herkes gibi.
“Herkes” dememeliyim; çünkü mesela Sedat Peker’in aklına Mesut Yılmaz’ın yumruklanma görüntülerini ele geçirmek gelmiş. Artık nasıl becerdiyse Budapeşte’deki o kumarhanenin güvenlik görüntülerinden bir kopyayı elde etmeyi başarmış.
Önceki gün Sedat Peker Twitter üzerinden Mehmet Cengiz ve Mesut Yılmaz’la ilgili toplamda 50 mesaj paylaştı.
Onun paylaşımı bittikten sonra başka onbinlerce kişi gibi ben de Peker’in yazdıklarını eşe dosta ve üyesi olduğum WhatsApp gruplarına gönderdim. Tek paylaşan ben değildim; gruplarda pek çok kişi bu iddiaları paylaştı, ardından yorumlar yapıldı, bilenler bildiklerini aktardı, konu saatlerce konuşuldu.
Hikayeyi biliyorsunuz ama ben tekrar edeyim: Türkiye’ye dönüp hapse giren Sedat Peker, Mesut Yılmaz’ın başbakan olmasından sonra ona elindeki kasetle ilgili haber uçurmuş, şantaj yapmış. İddiasına göre Mesut Yılmaz da ona müteahhit Mehmet Cengiz’i yollamış, çünkü Cengiz ile Peker akrabaymış. Sonunda Sedat Peker’in serbest kalması ve 5 milyon dolar alması karşılığında kaset ortaya çıkmamış, Mesut Yılmaz’ın bir kumarhanede yumruklandığı görüntüleri gizli kalmış…
Bu iddialar üzerine yapılan ve saatler süren geyiklerden sonra “Yok yahu, olmaz öyle şey, yalandır” diyen tek kişi bile olmaması dikkatimi çekti.
Bunun bir sebebi, zaman içinde Sedat Peker’in söylediği pek çok şeyin doğru çıkması. Yani Peker’in bu anlamda bir itibarı oluştu. (Ama burada da algıda seçicilik var; bazı söylediklerinin doğru olmadığı veya eksik olduğu da ortaya çıktı, onların üzerinde pek durulmadı.)
Kimsenin çıkıp, “Yahu hiç Türkiye Cumhuriyeti Başbakanına şantaj yapılabilir mi? O başbakan da şantajdan korkup hapisteki bir adamı serbest bıraktırıp üstüne de ona 5 milyon dolar para öder mi” dememesinin daha vahim sebebi, hep birlikte şaşırma duygumuzu kaybetmemiz ve sistemdeki çürümüşlüğü peşin veri olarak alıp sistem içindeki her aktörün kirli olduğunu varsaymamız.
Bakın İngiltere’de Boris Johnson’ın başına gelene. Korona virüs önlemlerini kendi ofisinde hiçe saydığı ve bir iki doğum günü veya ofis veda partisine göz yumduğu için iktidarı sallanıyor; önünde artık sayılı günler var. Dün istifa eden iki bakanı, “Senin değil ülkenin hizmetindeyiz” diyen çok ağır mektuplar yazdılar.
1996 yılının sonunda Türkiye Susurluk skandalını konuşurken ve bu konuda muhalefet lideri Mesut Yılmaz siyaseten öncü bir “temiz toplumcu” pozisyonundayken, aynı Yılmaz, Budapeşte’ye yaptığı bir gezide tam da Susurluk yüzünden burnuna yumruk yemişti. Türkiye’nin ana muhalefet liderini burnu sargılar içinde görmek, şaşırma duygumuzdan epey bir eksilmeye ve sistemdeki çürümüşlüğün yaygınlığını anlamamıza neden olmuştu.
Bugün bir kişinin bile çıkıp Sedat Peker’in söylediklerinden şüphelenmemesinin arka planı daha o zamandan oluşturulmuştu yani.
Ama yine de, bir eski başbakanın (Tansu Çiller) sonuçlanmış ama kamuya henüz açıklanmamış bir ihalenin sonucunu herkesten önce gördüğü için Yüce Divan’a sevk edilmek istendiği “naif” zamanlardı o yıllar. Bugün düzenli biçimde ihalelerin sonuçları daha ihale ilanına çıkılmadan herkes tarafından biliniyor, tık yok. 17-25 Aralık’ta Mehmet Cengiz dahil bazı müteahhitlerin birbirleriyle telefon konuşmalarını duyduk bu ülkede, kimin hangi ihaleyi nasıl alıp ondan kaç para kazanacağına bizzat kendi aralarında karar veriyorlardı.
Artık hiçbir şeye şaşırmıyoruz, garip bir kabullenmişlik görüntüsündeyiz.
Bir suç çetesi liderinin bir şirketi satın alması, bunu finanse etmek için banka banka dolaşması, kendisine krediyi veren bankacının daha sonra ülkede SPK başkanlığı yapması, adının FETÖ ile anılması vs de bizi şaşırtmıyor. Normal şartlarda o bankacı SPK’ya başkan olduğu gün manşetlerden inmemeliydi ama ne yazıldı, ne çizildi. Şimdi Sedat Peker kendi başından geçen bu olayı anlattığı için kısa süre bu konuyu konuşacağız, sonra yine unutacağız. Alıştık çünkü.
FETÖ borsalarının kurulduğu bilinen ülkemizde Sedat Peker’in bir başbakanın talimatıyla hapisten çıkarılması, o başbakanın Peker’in yeraltı dünyasındaki en büyük rakibi Alaattin Çakıcı’yı bertaraf etmek için gösterdiği müthiş çabayı da gölgelemiyor mu?
O başbakan ki, Cumhuriyet tarihinin yolsuzluk gensorusuyla düşürülen ilk ve tek başbakanı.
Ama diyorum ya, o zamanlar “naif” zamanlardı. Bugün neler oluyor, ülke medyasının tamamı el değiştirdi, kimsenin gıkı bile çıkmıyor.
Oysa Mesut Yılmaz’ın tek istediği, kendisine dost bir gazete ile bir TV kanalıydı.