İnsan dahil bütün canlılar için pek çok atomu sayabilirim ama herhalde bizim bildiğimiz hayat için en temel iki element karbon ve oksijen olsa gerek.
Evrenimizin bundan 14 milyar yıl önce meydana geldiğini hesaplıyoruz. Meşhur “Büyük patlama”nın izini bugün evinizde bile görebilirsiniz aslında. TV’nizi açın, hiçbir istasyona ayarlamayın, ekranda göreceğiniz karmaşık alacalı bulacalı görüntü, evreni oluşturan büyük patlamanın geride bıraktığı “kozmik arka plan ışıltısı”ndan başka bir şey değil.
O büyük patlama olduğunda ortada atom falan yoktu. Müthiş yüksek enerjili temel parçacıklar uçuşuyordu. Birkaç yüz bin yıl sonra evren soğumaya başladı ve bu soğumayla birlikte ilk atom da ortaya çıktı: Hidrojen.
O ilk hidrojenler, kütle çekimin etkisiyle bir araya geldiler ve ilk yıldızları oluşturdular. Yıldızın içinde hidrojenlerin ağır bir basınç ve ısı altında birbirleriyle birleşmeye zorlandığını biliyoruz. İki hidrojen bir oldu, helyum atomunu oluşturdu. Bir helyumla bir hidrojen birleşti, lityum ortaya çıktı.
Bu sıralamayı bir yerden hatırlıyor olabilirsiniz; evet hepimizin lisede gördüğü periyodik tablo böyle başlar. Atom numarası 1 olan hidrojeni 2 numaralı helyum, onu 3 numaralı lityum, onu 4 numaralı berilyum izler.
Yıldızların içinde bu çekirdek birleşmesi (füzyon) mekanizması atom numarası 26 olan demire kadar devam eder. Oradan sonra yıldız daha fazla füzyon yapamaz hale gelir ve toplam kütlesine bağlı olarak kendi içine doğru çökmeye başlar.
Bu çöküş, yine yıldızın kütlesine bağlı olarak, bir süpernova patlamasına kadar gider. Patlamayla birlikte ortaya diğer daha ağır atomlar da çıkmaya başlar.
Hayat için en temel diye adlandırdığım karbon (6) ve oksijen (8) daha yıldızın bünyesinde ortaya çıkarlar. Hani hep derler ya, “Hepimiz aslında yıldız tozuyuz” diye; işte o laf oradan gelir. Bizi meydana getiren en temel elementler yıldızların içinde fevkalade vahşi bir ortamda yaratıldı çünkü.
Hemen atomlara, hatta demir atomuna kadar sıçradım ama aslında daha en başta, temel parçacıklar seviyesinde anlatmam gereken bir şey var. Bütün temel parçacıkların bir de “anti”leri var, biliyorsunuz. Örneğin negatif elektrik yüklü elektronun tersi pozitron. Elektronla pozitron karşı karşıya geldiğinde birbirlerini yok ediyorlar. (Hastanede teşhis amacıyla PET tarayıcıya girmek zorunda kalanlarımız pozitronla yakından tanıştılar.)
Teorik olarak büyük patlama sırasında bizi meydana getiren temel parçacıklarla onların “anti”leri eşit miktardaydı. Peki nasıl oldu da evren birbirini yok eden bu parçacıklar yüzünden yok olmadı? Yani nasıl oldu da denge sıradan madde lehine gelişti?
Bu sorunun cevabını bilen yok; bildiğimiz galaksilerin, yıldızların, gezegenlerin ve bizlerin var olduğumuz.
İkinci önemli mesele, Albert Einstein’in “kozmik sabit” adını verdiği evrenin genişleme hızını belirleyen rakam. Bu rakam bir yöne doğru olsa koca evren daha gelişimini tamamlayadan, ilk birkaç milyon yılın sonunda kütle çekimi yüzünden kendi içine çökerdi. Aynı rakam diğer yöne doğru farklı olsa bu kez galaksileri, gezegenleri bir arada tutmak mümkün olmazdı, evren o kadar hızla genişlerdi ki, soğuyup kalırdı. Tam bugünkü ayarda genişlemesi, bu işlerin arkasında bir “akıllı tasarımcı” arayan deistlerin en fazla kullandığı savlardan bir tanesi.
Ancak tabii illa arkada bir akıllı tasarımcı olması gerekmiyor. 1973 yılında Brandon Carter adlı bir astro fizikçi tarafından ortaya atılan “antropik ilke” tam da bu “tesadüf”ü açıklar: Akıllı hayat, evrenin tam da bu dönemine (14 milyar yaş) denk geldiği için her şeyin “insan için” yaratıldığını düşünüyoruz. Bundan 10 milyar yıl önce “akıllı hayat” olsaydı (belki de vardı!) adeta cehennemde yaşayacaktı; bundan 10 milyar yıl sonra ise çoğu yıldız ortadan kaybolacağı için evreni keşfetmek pek kolay olmazdı.
Aynı ilkenin bir başka versiyonu daha var: Biz insan olduğumuz ve insan olmaktan kaynaklanan kısıtlarımız bulunduğu için bugün içinde olduğumuz evreni gözleyebiliyor ve kendimize göre bir “düzen” buluyoruz. Oysa bu evren, bizim gözlememizin mümkün olmadığı milyarlarca evrenden sadece bir tanesi olabilir.
Biliyorum, insan doğası tesadüflere inanmaktansa belli bir düzen ve kendisini de aşan bir büyük güç arıyor. Fark edenler olmuştur, ben özenle tartışmanın o kısmından kaçınıyorum; çünkü mesele tanrı inancına geldiğinde tartışma zaten sona eriyor. O yüzden her şeyin rastlantısallığı “inancı” ile devam edeyim.
Geçen hafta bu konuya “hayat nedir” sorusuyla girmiştim. Bu hafta, sıra ancak hayatı meydana getiren atomlara kadar gelebildi.
İşte anlatmaya çalışıyorum, bir dizi olağanüstü tesadüfün sonucu olarak ve bazı fizik kanunları nedeniyle atomlar oluştu.
O kanun öyle değil böyle olsaydı, kütle çekiminin gücü şu kadar değil bu kadar olsaydı ne olurdu?
Hayal edebiliriz belki ama ortada “biz” olmayacağımız için o kanunun farklı versiyonunun ne gibi sonuçlar doğuracağının hiçbir önemi olmazdı.
Haftaya hayatın başlangıcındaki tesadüflerle devam edelim.