Rusya’nın Ukrayna’yı işgal girişimiyle başlayan savaş, dünya çapında bir eski ama yeni kamplaşmayı da beraberinde getirdi.
Başta Amerika olmak üzere Avrupa ve dünyanın bazı başka önemli ülkeleri, Rusya’ya karşı ortak hareket ederek birbirine benzer yaptırımları devreye soktular.
Bu yaptırımlar, Rusya’yı Merkez Bankası’ndaki rezervlerini kullanamaz hale getirdi; Rus vatandaşlarından yaptırıma tabi olan ve ‘oligark’ diye adlandırılanların Batı ülkelerindeki servetleri, banka hesapları, şirketleri ve diğer varlıkları donduruldu.
Yüzyıllardır tarafsızlığıyla bilinen İsviçre bile bu savaşta taraf oldu; söylendiğine göre 200 milyar Euro’luk Rus oligark banka hesaplarını dondurdu.
Mesele sadece ekonomik yaptırımlardan ibaret değil. Batı Avrupa demokrasisinin sembolü Avrupa Konseyi bir günde Rusya’nın üyeliğini askıya aldı; buna kızan Ruslar kendileri üyelikten çekildi.
Rusya-Ukrayna savaşının uluslararası ortamdaki yansımalarını ‘soğuk savaş’a benzetenler çoğunlukta. Bu benzerliğin nedeni de, bu konuda kalem oynatan herkes için neredeyse izahtan vareste bir durum: Rusya bir diktatörlük rejimi, yeni soğuk savaş da liberal demokrasilerle otoriter rejimler arasında.
Bu otoriter rejim-demokrasi ayrımını sadece kendi yüksek fikirlerini ifade eden bir takım kalem erbabı yapmadı. Mesela Amerika Başkanı Joe Biden’a, mesela Birleşik Krallık Başbakanı Boris Johnson’a, mesela Almanya Başbakanı Olaf Schultz’a göre de temel mücadele otoriter rejimlerle demokrasiler arasında.
Bu Rusya-Ukrayna savaşına ve Rusya’ya uygulanan daha önce görülmemiş yaptırımlar serisine ideolojik bir kılıf bulma işine hiçbir tarafından dahil olmayan bir ülke var: Türkiye.
Biz ne yaptırım uyguluyoruz Rusya’ya, ne de temel mücadelenin otoriter yönetimle demokrasi arasında olduğu fikrine yakın duruyoruz.
Yöneticilerimiz işin ideolojik kısmını değil ama ekonomik yaptırım kısmındaki hareketsizliğimizi ‘Ne Rusya’dan vaz geçeriz ne Ukrayna’dan’ diye savunmaya başladı; bugün gelinen noktada ‘İki tarafla da görüşen az sayıda aktörden biriyiz’e kadar geldik.
Oysa İsrail ve Fransa da hem Rusya hem Ukrayna ile en üst düzeyde sık sık görüşüyor. Bu iki ülke Rusya’ya karşı yaptırımlara da katılmış durumda. Fransa çok kapsamlı yaptırım uyguluyor, İsrail ise son derece sınırlı.
Türkiye, 2014’te Rusya bizim için sembolik önemi yüksek olan Kırım’ı işgal edip sonra da ilhak ettiğinde Batı’nın devreye aldığı yaptırımlara uymamış, bu ülkeye domates satmak için epey bir uğraşmıştı hatırlayın. Sonra da yaptırımları dinlemeyip S-400 aldık.
Rusya-Ukrayna savaşının Türkiye’ye bir “fırsat penceresi” açtığını düşünenlerdenim. Daha önce çok azalan, hatta Amerikan Başkanı tarafından aylarca telefonla konuşmasa bile çok şey fark etmeyen bir seviyeye inen jeo-stratejik önemimiz birden yeniden arttı. Zaten ‘fırsat penceresi’ni açan şey de bu oldu.
Fakat tabii bu pencereden bir “fırsat” elde etmek öyle otomatik bir şey değil. Türkiye’nin yapması gerekenler var.
Şimdilik Türkiye, Rusya ile Ukrayna arasında bir barışı kotarmak için gayret gösterdiği için çok baskı altında değil. Söylenene bakılırsa 6 kritik maddenin 4’ünde iki ülke arasında anlaşma zemini bulundu; kalan iki maddeyi de tamamlarsak bir barış mümkün olabilecek.
Bizim Dışişleri Bakanımız Mevlüt Çavuşoğlu ve Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın’ın hafta sonu boyunca verdiği demeçlere yerleştirdiği bu iyimser havayı Amerika hiç paylaşmıyor.
Amerikan Dışişleri Bakanı zaten açık açık söyledi, “Barış yolunda ilerleyen ülkenin şiddetin dozunu biraz azaltması beklenir, oysa Rusya sivillere yönelik saldırılarına hız kesmeden devam ediyor” dedi ve ekledi: “Biz Amerika olarak Rusya’nın savaşta kimyasal silah kullanmasında endişe ediyoruz, bu silahları kullanıp sonra da suçu Ukrayna’nın üstüne atacaklar.”
Eğer Türkiye veya bir başkası tarafından sağlanan bir barış olmayacak, savaş da çok uzayacaksa Türkiye bugünkü pozisyonunu sürdüremeyebilir.
Ülkemizden ilk beklenen yaptırım rejimine katılması. Eğer katılmazsa, “Türkiye de zaten otoriter bir lider tarafından yönetilen bir ülke, Batı’dan çok Rusya’ya yakın” lafları hemen ortaya çıkıverir.
Kaldı ki, eğer Türkiye fırsat penceresinden yararlanmak istiyorsa, demokrasi, hukuk devleti, insan haklarına saygı gibi alanlarda adım atmadığı sürece, sanki önüne gelen fırsatları yeterince değerlendiremeyecek.
Rusya ve Ukrayna’dan çıkan binlerce Amerikan şirketinin hiç değilse bir bölümünün Türkiye’ye gelmek istediğine dair haberler duyduğumuz bugünlerde Hazine Bakanı Nurettin Nebati’nin “Cumhurbaşkanı da arkamızda, bürokrasiyi yıkar geçeriz” demesi, o şirketleri Türkiye’ye yaklaştırmaz, aksine bir daha düşünmelerine neden olur.
‘Batı’ fikrinin büyük bir imtihandan geçtiği günlerde yaşıyoruz. Kısa süre öncesine kadar bu fikri biz “Batı” diye değil “Evrensel” diye isimlendirirdik. Demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü gibi kavramlar bütün insanlık içindi bize göre de.
Bugünse maalesef çok daha dar anlıyoruz, insan haklarına uygun davranmayı, hukuk devleti ilkesini hayata geçirmeyi, ülkemizin demokrasi standardını yükseltmeyi “Batı’dan gelecek para karşılığı vereceğimiz tavizler” olarak görüyoruz.