Herhalde 90’ların ortalarıydı. Otomobillerin arkasında “Atam İzindeyiz” yazıları görmeye başladım.
1994 yerel seçimi geçmiş, Refah Partisi’nin adayı Tayyip Erdoğan İstanbul’a belediye başkanı olmuştu.
Türkiye’de o güne kadar varolduğunu bilmediğim bir “laik cephe” ortaya çıkmıştı. Kendi adıma konuşayım, benim etrafımda Ruşen Çakır’ın 1994’te çıkan “Ne Şeriat Ne Demokrasi, RP’yi Anlamak” kitabıyla 1990’da çıkan “Ayet ve Slogan-Türkiye’de İslami Oluşumlar” kitabını okumayan kalmamış gibiydi.
Türkiye’nin okumuş yazmışları, o güne kadar hiç merak etmedikleri İslami hareketi Ruşen Çakır üzerinden öğrenmeye çalışıyordu.
Ruşen Çakır’a hiç itirazım yok; eylemci sol gelenekten gelen, yanlış bilmiyorsam 12 Eylül döneminde ağır işkence görüp hapis de yatan Çakır, adeta bir akademisyen merakıyla toplumdaki İslami hareketlenmeyi başka herkesten önce görmüş ve bunu incelemek istemişti. Giriştiği empati çabası nedeniyle kendi mahallesinde de az dayak yememişti bu kitaplar yüzünden ve işte 1994 seçimi Çakır’ın öngörüsünü doğrulamıştı.
Yanlışlık ve hata Çakır’da değildi; kendi içinde yaşadığı toplumda yaşanan derin çalkantıyı ve siyasal islama yönelimi 1994 Mart ayındaki seçim gecesine kadar görmeyen medyada, aydın çevresindeydi sorun. O gece ansızın uyanmışlar, şimdi kaçırdıkları dersleri geriden gelip toparlamaya çalışıyorlardı.
Sokaktaki insanlar ise daha önceden bir entellektüel hazırlıkları olmadığı, konuyu neredeyse hiç konuşmadıkları için en yakındaki kurtarıcıya, Atatürk’e sarılmışlardı. Bunu da arabalarının arkasına “Atam İzindeyiz” yazarak, göğüslerine Atatürk rozetleri takarak sergiliyorlardı.
Damardan CHP’li bir ailenin kızı olan Esra Özyürek o yıllarda uzunca bir aradan sonra Amerika’daki üniversitesinden tatile İstanbul’a gelmişti. Havaalanında onu anne ve babası karşıladığında babasının göğsünde Atatürk rozetini gördüğünde çok şaşırmıştı. Bu şaşkınlığı ona doktora tezi de olan “Nostalgia for the Modern: State Secularism and Everyday Politics in Turkey” adlı kitabı yazdıracaktı.
Esra Özyürek’in annesi de babası da elbette Atatürkçüydü ama o güne kadar bunu başkalarına da ilan etmek için rozet takmamışlardı. Şimdi takıyorlardı.
Türkiye’nin bir kesimi, geleceğini geçmişte arıyordu. Şimdi aradan 30 yıla yakın zaman geçti, bu geleceği geçmişte arama meselesinin hala devam ettiğini görmeliyiz.
Yalnız tabii geleceği geçmişte arama konusunda Atatürkçüler yalnız değil. Onları bir araya getiren tutkal olan İslamcılık da aslında geleceği geçmişte arıyor. Kah Abdülhamid’te, kah Vahdettin’de, kah Fatih Sultan Mehmet’te.
Bugün modern Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, Kurtuluş Savaşı kahramanı Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünün senei devriyesi. Atatürk’ü anmak ve anlamaya çalışmak için iyi bir vesile.
Benim doğup büyüdüğüm evde Atatürk konusu pek de konuşulan bir konu değildi. Babamın bir ölçüde eleştirel olduğunu bilirdik ama onun eleştirileri “Keşke Osmanlı’yı bitirmeseydi, keşke en azından bir Halifemiz olsaydı” şeklinde değildi, o tamamen başka bir açıdan eleştirirdi Atatürk’ü ve saygıda da hiç kusur ettiğine tanık olmadım.
Modern şehirli aileler ve onların çocukları açısından Atatürkçülük, Atatürk’ün kalpaklı resimlerini dört bir yana asmak değil fikri ve vicdanı hür, modern insan olmak demekti o zamanlar. Ben de öyle düşünürdüm, hala öyle düşünüyorum. Atatürk’ün kutsal ve dokunulmaz olduğunu hiç düşünmedim.
Ama ne zaman ki 1994’te Refah Partisi seçimi kazandı; adı konmamış, resmen kurulmamış bir “Atatürkçülük Partisi” ortaya çıktı; ciddi bir sivil direnişi başlattı; 28 Şubat’ın askerleri bu partiye doğal liderler olarak kendilerini ilan etti, bu adı konmamış, resmen kurulmamış partiye hurafelerden oluşan saçma sapan bir program yazdı.
Aslında ortada olmayan bir toplum için masa başında mühendis usulü yazılan bu program tabii ki duvara çarpacaktı, nitekim çarptı da.
Tekrar geçmişe döneyim, Türkiye Sosyal Ekonomik Siyasi Araştırmalar Vakfı TÜSES için rahmetli Necat Erder’in koordinatörlüğünde, Sezgin Tüzün’ün Veri Araştırma şirketi 1994’te bir araştırma yapmaya başladığında ortalık fena halde karışmıştı. O araştırmada kendini “Atatürkçü” olarak tanımlayanlar yüzde 2,5’tu.
Daha bir hafta önce haber olarak da, köşe yazısı olarak da yayınlandı ve hala yalanlanmadı; Ak Parti’nin kendisi için yaptığı bir araştırmada kendini “Atatürkçü” olarak tanımlayanlar yüzde 30 ile en büyük grup çıkmış, bu duruma en çok Ak Partililer şaşırmış.
Bilmiyorum kendini bir çeşit siyasi tutum olarak da “Atatürkçü” olarak tanımlayanlar sahiden toplumun yüzde 30’u mudur ama şunu biliyorum: Artık bu oran yüzde 2,5 değil; çünkü Atatürk’ün 1992-93’te bu topluma ifade ettiği anlamla bugün ifade ettiği anlam aynı değil.
Esasen benzer bir şeyi 1980 öncesi için de söyleyebiliriz. Atatürk’ün o zamanki anlamı ile bugünkü anlamı arasında müthiş bir fark var.
Bana öyle geliyor ki, 90’ların başında İslamcıları küçümseyerek yapılan hata bugün toplumdaki yaygın Atatürk sevgisini küçümseyenler tarafından aynen tekrar ediliyor.