1969 yılında Polonya’nın Krakow şehrinde bir bilim kongresine davet edilmiştim. Ülkeye girmeden önce, Zürih’te, bir miktar dolar bozdurdum. Hani, bir Avrupa şehrinde birkaç gün yetecek kadar diye hesaplamıştım. 3.000 Zloti aldığımı hatırlıyorum. Bazen davetli akademisyenlere honoraryum denilen bir ücret verilir. Polonya Bilimler Akademisi de bana bu kalemden bir 3.000 daha verdi. Üstüne de uçak ücretimi iade ettiler. Zaten kalacağım yeri onlar temin ediyordu. Meğerse Polonyalı bir profesörün aylık maaşı 3.000 Zloti imiş! Benim üç günlüğüm bunun iki katından fazlaydı. Aniden zengin olmuştum. Bugünlerde Edirne’ye gelen Bulgarlar ve Iğdır’a gelen İranlılar’ın ne hissettiğini çok iyi anlıyorum. Benimki onlarınkinden biraz daha abartılıydı.
Perşembe’ye gelir
Yalnız bir sıkıntım vardı. Zloti, ülkeden dışarı çıktığım anda pek işe yaramıyordu. Orada, üç gün içinde harcamak zorundaydım. Kongreye katılan on- on beş Macar meslektaşımı beş yıldızlı bir otele götürdüm. Yediler, içtiler. Hesap geldi. Birkaç yüz Zloti idi. Hay Allah dedim. Ne alırım diye düşündüm. Eh Rus malı meşhur bir fotoğraf makinesi vardı. Zenith marka. İsveç malı Hasselblad’ın taklidiydi. Batı’da onu, “Ayın öbür tarafının fotoğrafını çeken ülkeden…” diye reklam ediyorlardı. Aya ilk uyduyu Sovyetler atmıştı ya. Sordum. Piyasada yokmuş. Bazı dükkânlar, Perşembe’ye gelir dediler ama Polonyalı arkadaşlarım, “Öyle söylerler ama inanma.” diye uyardılar. Bir de Polonyalıların meşhur bir vodkası vardı. Zubrovka diye. O da Perşembe gelirmiş; yani gelmezmiş.
Sonra öğrendim ki böyle şeyler; yani Demirperde dışında da para eden Demirperde ürünleri gümrükte satılıyordu. İçerde değil. Peki, oradan alsana diyeceksiniz. Pek akıllısınız. Gümrükte Zloti ile değil, Dolarla satılıyordu!
Amma ihtiyarlamışım. Yarım asırdan eski hikâyeler anlatıyorum size. Bugünle ne alakası var? Şu alakası var: O gün de bugün de piyasa diye bir şey vardır. Ve piyasa genellikle her türlü otoriteden daha otoriterdir. Ne yapmalıydı Polonya yönetimi? Mesela, Zenith ve Zubrovka satan, daha doğrusu satmayan dükkânlara baskınlar yapıp stokçuların canına mı okumalıydı? Görürlerdi günlerini, değil mi?
İki kasa kola nasıl beş kasa olur?
Yine eskilere gideyim. Aklımda bir ekonomi Nobel ödülü konuşması var. Hangi ekonomistti, hangi yıldı, hatırlamıyorum. Nobeli alan iktisatçı şöyle diyordu: “Biz iktisatçılar pek az şeyi öngörebiliriz. ‘Ne yaparsak hangi sonucu alırız?’ Bu sorunun pek az hâlde cevabını biliyoruz. Ama iki sonucu almayı çok iyi öğrendik: 1) Bir malı piyasadan yok etmeyi, 2) Bir malı aşırı bollaştırmayı.
Malı piyasadan yok etmek için “Bunun fiyatı çok fazla, indirin şunu!” diye emretmek. Yani narh koymak. Malı yok etmenin en etkili yolu bu. Sonra stokçu kovalarsınız. Bulursanız da müsadere edip halka satarsınız. Bulursanız.
Malı kimsenin almayacağı kadar bollaştırmak için de tersini yaparsınız. Yüksekçe bir taban fiyat uygular ve üreticiden o fiyata alırsınız. Az zamanda yer gök o malla dolar. Bunun küçük bir uygulamasını yıllar önce plajda kola satan biri yapmıştı. Depozitolu şişeleri müşteriler bir türlü geri getirmiyordu. Diyelim ki satıcının depozito diye kestiği elli kuruştu… İnsanlar zahmet edip elli kuruşlarını geri almak için güneşin altında yürümüyorlardı. Eh akıllı satıcı kolanın fiyatı kadar depozito kesmeye başladı. Artık getirirlerdi değil mi! Bu parlak fikri uyguladığı akşam ne görsün: İki kasa kola satmış, beş kasa iade almıştı. Meğer mahallenin çocukları bakkallardan satın aldıkları kolaları içip boş şişeleri getiriyor ve malı bedavaya mal ediyorlardı. Bir zamanlar biz de fındık üreticisi sıkıntı çekmesin diye fındık taban fiyatını yüksek tutardık. Sonra fındık İstanbul sınırına kadar geldi dayandı ve dünyanın bir numaralı fındık üreticisi olduk. Kime satacaktık? İşte bunu hesaplamamıştık. O tarihlerde satamıyorduk, bol bol elimizde kalıyordu.
Ucuzluk nasıl gelir?
Piyasa ekonomisi diyorsanız, kimseye malını zorla sattıramazsınız. Bir süre önce zincir marketlere kesilen ceza da stokçuluktan değil, büyük marketlerin bir biriyle anlaşıp fiyatları piyasa şartlarının üstünde tutmalarıydı, yani rekabet kanununa muhalefetti. Ne kadar doğruydu, bilmiyorum. Kanunlarımızda stokçuluk diye bir suç var ama tarifi de var: “Belli bir mal veya hizmeti satmaktan kaçınarak kamu için acil bir ihtiyacın ortaya çıkmasına neden olan kişi, altı aydan iki yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.” Peynir veya ayçiçek yağı veya otomobil, “kamu için acil bir ihtiyaç” değildir her hâlde. Ama “Biz onu âcil ihtiyaç yapıveririz.” diyorsanız, o başka.
Enflasyonu önlemenin tek yolu vardır: Talep kadar mal üretmek. Yani insanlara ne kadar Zenith marka fotoğraf makinesi istiyorlarsa o kadar makineyi üretip vermek. Buna arz-talep kanunu diyorlar. Kanun hükmünde kararnameyle bu kanunu iptal edemezsiniz. Yerçekimi kanununu iptal edemeyeceğiniz gibi. Ne kadar peynir, ne kadar ayçiçeği yağı istiyorlarsa o kadar üretilmeli… Yoksa peynirin de ayçiçeğinin de fiyatı yükselir. İstediklerinden fazla üretirseniz de fiyatı düşer, elinizde kalır. Ne narh işe yarar ne ceza. Her şeyi devlet üretemez tabi… Devletin görevi talep edilen maldan yeterli miktarının üretilmesini sağlamaktır. Vergi politikasıyla, insan sermayesi politikasıyla, para politikasıyla, kur politikasıyla.
Peki, süpermarketlere ucuzluk ne zaman gelir? Sanırım Perşembe’ye!