Bir toplum felakete uğrayıp ölürken öldüğünü fark eder mi? Toplumdaki her birey bir anda ölmez. Önce, felakete ilk maruz kalanların çığlıkları duyulur. Toplumun geri kalanı bu çığlıkların anlattığı acıyı anlar mı? Ölenler ölür de ölmeyenlerin içi yanar mı? Daha kayıp vermeyelim diye bir şeyler yaparlar mı? Yoksa felaketin kendilerine de ulaşmasını mı beklerler?
Titanik batarken balo salonundaki orkestranın çalmaya devam ettiği, meşhur hikâyedir. Tabii dans da devam etmiş. Acaba ayaklarının altındaki döşemenin yavaş yavaş eğik düzleme dönüşmesiyle mi uyandılar? Bilmiyoruz. O salondakilerden kimse ne olduğunu, öleceklerini ne zaman anladıklarını bize nakledecek kadar yaşamadı.
ORASI TÜRKİYE İDİ, ŞİMDİ DEĞİL
1912’de, Balkan Savaşı’nda Osmanlı Devleti merkez topraklarını kaybetti. Rumeli, ilk genişlediği vatanıydı. Anadolu’dan önce orada büyüyüp serpilmişti. Birinci Balkan Harbi’nde, ilk başkenti Edirne’yi bile kaybetti. Eski haritalara bakınız. Rumeli dediğimiz, bugünkü Trakya’mızdan Adriyatik’e uzanan o şeridin üstünde “Türkiye” yazar. Şimdi artık yazmıyor. Çünkü o Türkiye’yi de Türkiye yapan Türk egemenliğiydi. Türklere coğrafya isim vermemişti, coğrafyaya Türkler isim vermişti. Türkler çekilince Avrupa Türkiye’si de yok oldu. Millî Mücadele komutanlarının, o topraklardan bahsederken “Mübarek Rumeli” dedikleri anlatılır. Çoğu o Türkiye’nin evlatlarıydı. Vatan kaybetmenin ne demek olduğunu biliyorlardı. Ölenler bir bakıma şanslıydı. Yahya Kemal’in dediği gibi:
Ölenler en sonu kurtuldular bu dağdağadan
Ve göz kapaklarının arkasında eski vatan
Bizim diyâr olarak kaldı tâ kıyâmete dek.
Sorumdan uzaklaşmayayım. Soru şuydu: Bir toplum yok olurken, yok oluşunun farkına varır mı?
Anayurdunu, en verimli topraklarını kaybeden Türk toplumu, o topraklardaki milletdaşlarının acısını hissediyor muydu?
İSTANBUL TAVLA OYNUYORDU
Hemen evet demeyin. O devrin fotoğraflarında görüyoruz. İstanbul’un sokakları, meydanları varını yoğunu bir öküz arabasına yükleyip payitahta sığınan perişan göçmen aileleriyle dolu. Peki İstanbullular?
Peki, milletin geri kalanı? Bu sorunun cevabını veren bir gazeteci var, Tataristan’dan Fatih Kerimi.
İstanbul Mektupları eserinde, hayretini anlatıyor. “Vatanlarını kaybederken, kılıç artıkları önlerinden geçer, sokaklarında meydanlarında gecelerken onlar kahvelerde tavla atıyorlardı. Hiçbir şey olmamış gibi!” Belki bu da bir kaçıştı. Fatih Kerimi’nin buna dair bir yorumu yok. O sadece halkın umursamazlığını anlatıyor.
Ali İhsan Sabis Paşa hatıratında, firar hâlindeki bir askerle konuşmasını anlatır. “Niçin kaçıyorsun?”a cevabı şöyledir: “Burada neden öleyim? Kayseri ovası benim neyime yetmez?” Çok değil 6 yıl sonra İstanbul’un da işgal edileceğini nereden bilsin zavallı. Onun Kayseri ovası da sıradaydı. Millî Mücadele ve Mustafa Kemal olmasaydı…
DÖRT İŞLEM BİLMEYEN…
Ağır ağır ısıtılan suda pişen kurbağa misali…
Yıllar önce, rektör yardımcılığı, bölüm başkanlığı yapmış bir öğrencimin emekliliğini istediğini duymuştum. Kendisini aradım. “Ne iştir?” diye sordum. Daha önünde verimli olacağı on yılları vardı.
“Hocam”, dedi, “Dört işlem bilmeyen mühendislik öğrencileriyle uğraşmaktan bıktım. Artık yapamayacağım.”
Yine üniversite giriş sınav sonuçları geldi. Yine yüzbinlerin sıfır çektiğini okuyoruz. Yine ortalama doğru cevap oranının dörtte birin altında olduğunu görüyoruz.
Bakınız, ortalama, bilmesi gerekenin dörtte birini biliyorsa yarısı, dörtte birden daha azını biliyor demektir.
Tabii kesirlerin o kadarcığını unutmadınız değil mi sevgili okuyucularım? Acaba bugünün öğrencileri şunu da anlar mı: Türkçenin dörtte birini bilen dörtte üçünü bilmiyor demektir!
Yukarıda, “Yine üniversite sınav sonuçları geldi.” diye başlayan paragraftaki ifadeler vahimdir ama en vahim tarafı, cümlelerin başında tekrarlanan “yine” kelimeleridir. Bu ne demektir biliyor musunuz? O Türkçenin dörtte birini, fen bilimlerinin beşte, altıda birini bilen ilk nesillerin üzerinden on yıllar geçti demektir. Bu on yıllarda bu gençlere ne oldu?
SORUMLULAR TAVLA MI OYNUYOR?
Artık onlar o kadar genç değiller. Sıfır çekerken, Türkçenin dörtte üçünü veya daha fazlasını, matematiğin yüzde seksenini, doksanını bilmezken gençtiler. Şimdi otuzlarında, kırklarındalar ve direksiyonun başındalar. Devama gerek yok müjdeleri içinde, geçen yıllarda okudular ve diploma aldılar.
Bir kısmı zahmet edip okumadan diploma aldı. Sonra mülakatlara girdiler, büyük bir mutluluk içinde kazandılar, tayin oldular! Şimdi bir kısmı yüksek yüksek mevkilerdedir.
Başta Millî Eğitim Bakanlarımız, geçmiş bakanlarımızın hepsi… Sonra onların üstündekiler, sonra altındakiler… Her sene onlar da tıpkı bizim gibi o sınav haberlerini alıyor. Bir tepki yok. Mevcut Sayın Bakan, kız okulları açmakla uğraşıyor. O zaman yükselerek arşa değecek belki başımız! Hep birlikte Türkiye Yüzyılı’nın hazırlığı içindeyiz.
Yakında hepimiz emekli olacağız. Okullara da sınavsız girilecek, sınavsız çıkılacak. Devam etmeden ve sınıfta kalmadan çıkıldığına göre, bal gibi sınavsız girilir de çıkılır da.
Bu eğitimsizlik ekonomiye nasıl yansır dersiniz? Yaşayan ölü yani zombi, yani hortlak şirket sayısında dünya birincisiymişiz. Dünya ikincisi, aziz dostumuz Endonezya imiş…
Orkestra çalıyor. Balo devam ediyor. Şom ağızlılar zeminin gittikçe eğildiğini söylüyor ama TÜİK’ten böyle bir bilgi gelmedi!