Haftalardır Adnan İslamoğulları’nın Külhan romanıyla yatıp kalkıyorum. Yatıp kalkıyorum dediysem kafamdaki muhasebesini kast ettim. Yoksa Külhan da tıpkı Kuyu gibi kapağı açılınca, bitene kadar bırakılmayacak bir roman. Benim için daha bir öyle. Çünkü iki eser de ülkücülerin mücadelesinin romanı. Kuyu, 1960-1970 arasını, SSCB’nin ideolojik ve vekalet savaşına karşı verilen mücadeleyi anlatıyordu. O dönem soğuk harbin sıcak cephesiydi Türkiye. Kuyu, Yağmur Tunalı’nın hatırat şeklinde yazdığı Kavga Günleri’nin romanlaştırılmış hâliydi. Benim ve en yakın dostlarımın gençliğimizi vakfettiğimiz kavganın romanıydı. Bizim biyografimiz gibiydi. “Müşterek otobiyografi”, daha doğru bir tabir olur. Nasıl okumam!
Külhan, Kuyu’nun bıraktığı yerden, yani 12 Eylül 1980 “bizim oğlanlar” darbesinden başlıyor. Kuyudan çıkıyoruz ama bu sefer kendimizi külhanda buluyoruz.
Cehaletimi itiraf edeyim: Doğrusu “külhan”ın ne demek olduğunu doğru dürüst bilmiyordum. “Külhanbeyi” vardı dağarcığımda ama külhan yoktu. Arayıp, bulup, öğrendim. Külhan, hamamların altında, hamamın suyunu ısıtan, hamamı da sıcak tutan ateşin bulunduğu mekân. Külhanın pencereleri olurmuş.
Pencerelere verilen isim, o mekânın ne menem şey olduğunu anlatıyor: cehennemlik.
ATEŞ SÖNMEMELİ
Osmanlı zamanında, kimsesiz çocuklar külhana alınır, orada büyür ve külhanbeyi olurlarmış. Vazifeleri ateşi devamlı yanar tutmakmış. Kimsesiz çocuklar… Kimsesizler ama yine de “bey” bu çocuklar. Ve ateşi hep yanar tutacaklar.
Sahipsizlik… Kimsesiz çocuklar. Kurtar bizi çığlıklarına cevap alamayan leventler. Roman boyunca leitmotif olarak “mumdan gemilerle ateş denizine açılmak” tekrarlanıyor. Acaba kuyu mu iyiydi, külhan mı?
Cehennemi bir ortam ve fakat her şeye rağmen ateşi yanar tutma çabası. Aklımdan çağrışımlar geçiyor. Biz aile birimine ocak deriz ya. Aile ocağı. Ocak yurt ateşinin yandığı yerdir. Eski gelenekte ocak yanmadan evlilik gerçekleşti sayılmazmış. Sönmeden de boşanma geçerli olmazmış. O ateş, en küçük toplum biriminin ateşi. Hani Toroslar’da son yörük ateşi sönmeden umut tükenmez ya… İstiklal Marşı da öyle başlamaz mı? Son ocak sönmeden şafaklarda sönmeyecek sancağımız. Külhan’ın hem kötü hem güzel çağrışımları var. Külhan hayat gibi.
ROMAN MAKUL, HAYAT SAÇMA
Nüktedan bir yazarın sözlerini hatırladım. “Edebiyatla hayat arasındaki fark şudur: Edebiyat tutarlı olmak zorundadır. Hayatın böyle bir zorunluğu yoktur.” Külhan’da arka planda her şeye hâkim bir derin devleti hissediyorsunuz. Hikmetinden sual olmaz bir derin devleti. Hobbes’in Leviathan’ı gibi bir canavar. Adnan İslamoğulları yirminci asrın son yarısını böyle bir derin devletle izah etmeyecek kadar aklı selim sahibidir. Dostumdur da. Onun için açıp sordum. Tam dediğini söylemeyeceğim. Romanı okuyun da görün. Fakat Külhan döneminin yani 1980 sonrasının ve daha da sonrasının ve daha da sonrasının saçma sapanlığında, aklınızı kaybetmemeniz için sanki derin devlet varmış gibi düşünmekte yarar var. Çünkü 1980’den bu yana yaşadıklarımız o kadar saçmalıklarla dolu ki olduğu gibi yazmaya kalksanız kimse inanmayacak. Edebiyatın tutarlılık şartını bu “derin devlet” sağlıyor.
DERİN DEVLET NEÇE DERİN?
Öyle Leviathan gücünde bir derin devlet var mıydı? Kendi kozmik odasını yağmalattıran derin devlet mi olur? Öyle her şeye gücü yeten bir derin devlet yoktu. Ama hem Kuyu’da hem Külhan’da bir şeyler yapan ve yaptıklarının çoğunda ne devlet aklı ne de insan aklı bulmakta güçlük çektiğimiz birileri vardı. Her iki romanda da haklı ve doğru bir gerçeğe işaret ediliyor: Ülkücüler ezildi. Solcular da gül bahçesine girmediler. Ülkücüler kadar olmasa da onlar da ezildi. Tek ezilmeyen grup siyasi ümmetçilerdi. Onlar yeşil kuşaklara sarılıp korundu. MİT müsteşarı Fuat Doğu Paşa’nın bizzat tercüme ettirdiği, Müslüman Kardeşler’in Seyyit Kutup külliyatı, hapishanelerdeki mahkûmlara bedava dağıtıldı. Rahmetli acaba bugünü görebilseydi ne düşünürdü? “Ne güzel yapmışım!” mı derdi?
Anahtar ne? ABD milliyetçileri sevmez. ABD, soğuk harp günlerinde, SSCB yandaşı solu da sevmez. Ama milliyetçi soldan en az ülkücüler kadar nefret eder. Fakat o güzelim siyasi ümmetçiler. Onlar SSCB’yi kuşatacak Yeşil Kuşak projesinin Türkiye ayağıydı. Afganistan’da, Sovyetler’e kök söktüren hareketi destekleyeceklerdi. Milliyetçilik etme tehlikeleri de yoktu. O halde bizim “başaran oğlanlar”ın tutumunu ABD ile izah edebiliriz.
Bu yazdıklarımın tamamı, bir karmaşaya izah bulma çabalarıdır. Komplo teorileri en çok buna yarar. Hem de kolaydırlar. Öyle çokça analiz falan yapmanıza gerek kalmaz. Uluslararası siyaset bölümlerinizi kapatabilirsiniz. Falan işin arkasında filanca, onun da arkasında feşmekanca var der geçersiniz. Demek ki komplo teorileri akılla, sağduyuyla açıklanamayan dönemlerin romanlarını yazarken, okuyucuya, “o kadarı da olmaz” dedirtmemeye de yarıyor. Ayrıca işe heyecan da katıyor.
Külhan’ı okumazsanız, sizin kaybınız. Ben hem okudum hem de yaşamıştım.